- Sokak kapısı açılıyor.
Bahse girerim bu gelen, o.
-
Nereden biliyorsun? Apartmanda, başka insanlar da yaşıyor.
Yarım açılan kapı,
kimse dışarı çıkmadan geri kapanınca; “Kesin bir şey unuttu.” diye mırıldandı. Kendisiyle
yaptığı hasbıhalin ortasına balıklama dalan yeni yetmeye burun kıvırarak
baktıktan sonra, cevap verip vermeme konusunda tereddüde düştü önce. Nihayet;
-
Merdiven otomatiği üç kere yandı ve söndü. Eminim ki, akşamdan hazırladığı
poşetleri daire kapısının önüne çıkardı önce. Sonra da aşağıya taşıdı. Yani bu
gelen kesinlikle o.
-
Kim bilir? Belki de haklısındır.
Önce
bir “La havle…” çekti. Sonra;
-
Haklıyım tabi! Diye söylendi. Ne zaman haksız çıktım ki?
Bir
süre sessiz kalmasının ardından;
-
Hoş! Daha dün bir, bugün iki. Sen nereden bileceksin ki?
-
Sohbet etmekten hoşlanmıyorsun sanırım.
Muhatabının,
tonunda alaycılık sezdiği son cümlesini duymazdan geldi. Sohbet etmeyi
seviyordu elbette. Lakin herkesle değil.
“Dördüncü katta oturan
Doktor Erol Bey, senin gençliğine, güzelliğine tav olmasaydı; eski dostum ve
ben, sabahlara kadar sohbet ediyor olacaktık hâlâ…” diyecekti. Demedi.
İşte yeniden açılıyordu
sokak kapısı. Kapıdan dışarı çıkacak olan gerçekten o muydu? Poşetler,
simasından önce göründüğüne göre, elbette oydu.
“Yeter ama Mustafa
Hoca…”
Her zaman ki gibi
elleri dolu… Yine kitap mı? Daha ince görünüyor. Bu sefer dergi olmalı. Bagaj,
tıklım tıklım dolu olduğuna göre nereye koyacak? Benimki de soru… Arka koltukta
biraz boşluk açacak ve oraya koyacak tabii ki…
Yüzlerce dergi ve
kitap… İkramlık meyve, kuruyemiş, kurabiye çeşitleri… Ses sistemi… Tripod… Ve
daha neler neler…
Neyse sığdırabildi.
Artık yola çıkabiliriz herhalde. Bu kadar yüklendiğimize göre, kesin fuara
gidiyoruz…
Bu arada ben kim miyim?
Diksiyon ve Edebiyat
Dergisi ile aynı adlı yayınevinin sahibi Mustafa Aydın’ın dört tekerlekli
seyyar ofisi. Yoldaşı… Yol arkadaşı… Emektar arabası…
* * *
Haydi Bismillah…
Şu öndeki araç yarım
metre daha ilerlese, kendimizi sokaktan caddeye atacağız ama…
-
Hey sarışın, biraz ilerlesek diyorum.
-
Hiç ümitlenme. Ben karşının taksisiyim.
-
Hasbünallah… Bu ne demek şimdi? Ayrı dünyaların insanıyız gibi bir şey mi? Ah
şu gençler! Büyüklerine saygıları da kalmadı artık.
Neyse. Yola koyulabildik
nihayet. Dur bakayım. Girdiğimiz yola bakılırsa Eyüp Sultan’a gidiyoruz gibi.
Doğru ya! Geçen hafta, şu şiir gibi konuşan dostuyla ayak üzeri sohbet ederken
Eyüp Sultan’da gerçekleştirilecek dergi fuarından bahsetmişlerdi. Biraz
düşünürsem, ismini de hatırlayacağım. Tamam hatırladım. İbrahim Özgün.
O, ne özel bir ses tonu,
ne kadar samimi bir konuşma tarzıydı. Maşallah. Radyom açık olsa, şiir programı
başladı zannedecektim. Güzel de bir söz söylemişti. Hâlâ aklımda;
“Eyüp Sultan’da yaşamak
var… Eyüp Sultan’ı yaşamak var…”
Belli ki, akşama değin
Eyüp Sultan’da yaşayacağım bende. Duyularımı daha iyi açarsam, Eyüp Sultan’ı da
yaşarım belki de…
Mustafa Hoca özel bir
insan. Samimiyete önem verir. Vefakar. Titiz. İkram etmeyi sever.
Nereden mi biliyorum?
Dergi çıkarmaya karar
vermesiyle, dergiyi çıkarması arasındaki süreyi bilseydiniz, ne kadar özel bir
insan olduğunu daha iyi anlardınız.
Çevresindeki insanlara
baktığınızda da samimiyetini... Sürekli, ilim ve edep meclislerine gidiyoruz
beraber. Güzel insanlar tanıyor, güzel insanlarla tanışıyor.
Vefası için bana
bakmanız yeterli. Yaşım icabı, son zamanlarda sıklıkla sorun çıkarmama rağmen
Doktor Erol Bey gibi ikinci el araba pazarına sürmedi beni.
Titizliği ve ikram
konusundaki hassasiyeti, her ne kadar yükümü artırsa da, o kadar kusur kadı
kızında da olur artık.
İşte geldik.
Haklıymışım. Eyüp Sultan’dayız. Karşıdan yürüyerek gelen kişiyi tanıyacak
gibiyim. Hele biraz daha yaklaşsın… Vallahi tanıdım. Birkaç sefer bizimle
yolculuk yapmıştı. Adı da… Faruk Yılmazer.
Biraz tuhaf biri… Çok
konuşmuyor. Hoş! Konuştuğu zaman da, ne demek istediğini pek anlamıyorum zaten.
Ne yapalım? Mustafa Hoca’nın arkadaşlarının hepsi dört dörtlük olacak değil ya.
Koca kainatı bir balona
benzetmişti en son. Neymiş efendim? İlim adamları dahi, kâinatın sürekli
genişlediğinden bahsederken onun bir balon olduğunu anlamamak basiretsizlikmiş.
Bir gün patlayacak ve gerçeğe uyanacakmışız. Ben pek bir şey anlamamıştım ama
Mustafa Hoca başını sallamış ve anlamış gibi “Yalan dünya…” demişti. Belki de
benim anlayamadığım şifreli bir dil kullanıyorlardır aralarında.
Oh! Nihayet hafifledim.
Hadi güle güle… Bereketli olur inşallah. Benim dönüş yüküm de hafiflemiş olur
biraz.
Bir dakika yahu!
Hey! Mustafa Hocam.
Farları açık unuttun. Hem niye yaktın ki zaten, gündüz vakti?
Gidiyor.
Geri döndüğünde, kabahati
bende bulmaz inşallah.
* * *
Hava iyice karardı.
Dönmek üzere olmalılar.
Yanılmamışım. İşte
geliyorlar. Poşet sayısı azalmış. Bereketli bir gün olmuş anlaşılan. Bu arada,
benim için günü Eyüp Sultan’ın manevi atmosferi içinde geçirmek güzeldi lakin
bütün enerjim tükenmiş hissediyorum.
- Hay Allah! Aracın
farlarını açık unutmuşum.
- Akü boşalmamıştır
inşallah.
- Nasip Faruk Hocam… Takviye kablomuz var. Boşaldıysa, birinden rica eder takviye ederiz artık.
- Ah! Mustafa Hocam ah!
Geçen hafta, birkaç kitap fazla sığdırabilmek için takviye kablosunun olduğu
çantayı bagajımdan çıkarttın ya…
Geniş vakte yayılan bir
aramanın ardından;
- Maalesef, takviye
kablosunu bulamadım Faruk Hocam. Çıkartmış olmalıyım. Tek çare vurdurarak
çalıştırmayı denemek. Kusuruma bakmayın.
- Estağfurullah Mustafa
Hocam. Ne kusuru? Sizin emektar, bizi ve
yükümüzü çok taşıdı. Bir kere de biz onun yüküne ortak olalım.
İkinci hamlenin
ardından enerjimi toplamayı başardım. Dönüş yolundayız. Ve buna, beldenin
manevi enerjisinin katkısı olduğuna yüzde yüz eminim.
- Sizi de yorduk Faruk
Hocam.
- Olur mu hocam? Bize,
hem hoş bir anı oldu, hem de sizin emektarla ilgili bir hikaye yazmak vacip
oldu.
Hikayesini yazmak mı,
dedi? Öyle dedi, vallahi. Ne kadar kadirşinas bir insan… Zaten, “Tuhaf biri”
derken, anlaşılması güç bir insan olduğunu kastetmiştim, haddi zatında… Yoksa
Faruk Hoca da, Mustafa Hoca’nın diğer dostları kadar vefalı yani…
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder