“Sadece altın ve gümüş paradır, başka hiçbir şey
değil.”
John Pierpont Morgan
“Gizemlerle
dolu bir insandı Rasim dayı. Kim bilir? Başka bir gün, başka bir hikâyede
çözecektim belki de sırlarını. Kısmet…”
Cümleleriyle
bitirmiştim, “Sükûtun çığlığı” isimli reklam filmini izledikten sonra
sinirlenen… Ben, asabiyetine anlam veremeyince, “Say o zaman bugünden sonra
dokuz ay on gün. O zaman anlarsın.” Cevabıyla, 15 Temmuz darbe girişimini çok
önceden tahmin eden Deli Rasim’le olan hikâyemi.
On beş Temmuz gecesi;
on iki Eylül öncesinde, bir çatışmanın ortasında kalarak kurşun yediği için
sakat kalan sol ayağından bir kurşun daha yemişti Rasim dayı. Rahmetli eşinin
erkek kardeşi, onu kaldığı barakada bu durumda bırakmamış; kendi evine götürmüş
ve tamamen iyileşene kadar da ayrılmasına müsaade etmemişti.
Sonrasında yuvasına
dönmüş, tekrar mahallenin neşesi olmuştu Rasim dayı. Tabi ki bir farkla…
O, artık Deli Rasim
değil, Gazi Rasim’di…
O en uzun gecenin
ardından, delilik ile veliliği ayıran ince çizginin tam üzerine mekân kurduğuna
emin olduğum Rasim dayıyla sıklıkla görüşür olmuştuk. İnanılmaz bilgi birikimi
ve memleket gündemine giren olaylarla ilgili şeytanın aklına gelmeyecek tespitleri,
yorumları beni kendine çekiyordu.
Yalnız, benim işlerimin
yoğunluğu ve onun pek ortalarda görünmemesi neticesinde görüşmelerimiz sekteye
uğramıştı son birkaç aydır...
Ta ki önceki akşama
kadar…
O akşam, işten eve geç
dönmüştüm. Sokak lambasının solgun ışığında, dış kapının anahtarını
diğerlerinden ayırmaya çalışırken arkamdan sessizce yaklaşmış, “Sakın gitme!”
diye bağırarak tıpkı ilk tanışmamızda olduğu gibi irkilmeme sebep olmuştu.
- Nereye gitmemeyim,
Rasim dayı?
- Çin’e... Sakın gitme!
Gerçekten de, ürün
temini için, bir Çin seyahati vardı programımda. Fakat bunu nereden bilebilirdi
ki?
- Çin’e gideceğimi
nereden biliyorsun?
- Bilmiyorum. Ama sakın
gitme!
- Peki neden?
- Çünkü gümüş
topluyorlar…
*
Kaşığı, fincanın
cidarlarına temas ettirmeden eritmeye çalıştım, ikram ettiği bitki çayının
şekerini. Birisi dikkatini dağıttığında, gerçekten çok asabi olabiliyordu çünkü.
Çift göz çekmeceli eski
masanın, üst gözünden çıkardığı kesilmiş gazete kupürlerini masanın üzerine
serdi, bana arkası dönük. Bir süre üzerlerinde göz gezdirmesinin ardından;
- “Ağzında gümüş
kaşıkla doğmak…” deyimini duydun mu hiç, dedi?
- Elbette. Doğuştan
şanslı olmak anlamına gelen bir deyim.
- Doğru. Peki, çıkış
noktasını biliyor musun?
- Doğruyu söylemek
gerekirse hayır, bilmiyorum.
Herhangi bir açıklama
yapmadan önce yanına gelmemi işaret etti, eliyle. Masaya yaklaştığımda; dünya
para trafiğini yöneten bankaların, ailelerin uzun zamandır piyasadan gerçek
gümüş topladıklarını yazan haber kupürlerini gördüm. Belli ki, benim görmem
için yaymıştı tüm bunları masanın üzerine.
Yine de, tüm bunların
benim Çin seyahatimle ne alakası olduğunu çözememiştim.
- Eski devirlerde,
dedi. Eski devirlerde, maddi durumu iyi olan aileler, yeni doğan çocuklarının
ağzına gümüş kaşık koyarlarmış. Deyim oradan geliyor.
- Neden?
- Çünkü bilinen hiçbir
bakteri ve virüs, gümüşe altı dakikadan daha fazla dayanamaz. Çocuklarının
ağzına gümüş kaşık koyan aileler, onların vücut sağlığını garanti altına almış
olurmuş böylece.
- Çok ilginç… Peki,
günümüzde neden sağlık amaçlı kullanılmıyor gümüş?
- İlaç firmaları…
Sessiz kaldığımı
görünce devam etti;
- İlaç firmaları…
İkinci dünya savaşı sıralarında Penisilinin keşfedilip, sentetik olarak
üretilmesi büyük ilaç firmalarını çok zengin etti. Daha ucuz olması, tercih
edilmesine sebep olmuştu zaten. Oysa Penisilin, hem pek çok insan için
alerjiktir, hem de virüsler üzerinde bir etkisi yoktur.
- Anlıyorum. Şu malum
zenginlerin, salgın bir hastalık şüphesiyle gümüş topladıklarını söylemeye
çalışıyorsun yani…
- Yani… Kimisi
şüpheden… Kimisi…
- Kimisi?
- Kimisi bizzat
kaynağın başında oturduğundan…
- Olaya, sadece yatırım
gözüyle bakmıyorlar yani?
- Altın ve gümüş
paradır evet… Lakin aynı zamanda da sağlıktır. Bu arada, altın da pek çok
hastalığın tedavisinde kullanılabilir. Ve ellerinde bol miktarda var zaten.
- O kadar değerli
madenle ne yapmayı düşünüyor olabilirler ki?
- Kim bilir? O
madenlerle izole edilmiş yaşam alanları inşa ediyorlardır belki de kendilerine…
- Buraya kadar anladım
Rasim dayı. Salgın bir hastalık yaymanın ve bu esnada kendilerini güvence
altına almanın peşinde olduklarını söylüyorsun. Anlamadığım, neden katliama
dönüşebilecek bir salgına sebep olmak istesinler?
- Tabi ki, dünya
nüfusunu daha yönetilebilir bir rakama düşürmek için.
- Ve bunun için de,
Çin’in denek olarak kullanılabilecek en ideal ülke olduğunu düşünüyorsun.
Mantıklı. Neticede, böyle bir salgın tüm dünyayla ekonomik ilişki içerisinde
olan Çin’le sınırlı kalmaz. Gezegeni sarar.
- Doğru. Ama tek sebep
bu değil. Parayı ve silahı elinde tutan kesimlerin, tüm gücü elinde tutmak için
giriştikleri savaşın doğal bir sonucu bu aynı zamanda. Okyanus ötesindeki silah
tüccarları ile son dönemlerde Çin’e yerleşmeye başlayan para baronlarının…
- Güç?
- Yeni İpekyolu…
Rasim dayının barakasından
ayrılırken, bu Çin seyahatine gitmememiz gerektiğini patrona nasıl
anlatabileceğimi düşünüyordum çaresizce. Teşhisi Rasim dayı koyduysa, yanılgı
payı yoktu bana göre…
Ertesi gün, bir sürpriz
bekliyordu beni, iş yerine gittiğimde...
- Enis Bey, dedi
patron. Çin’de salgın bir hastalık ortaya çıkmış. Seyahat, şimdilik iptal…
“Çünkü gümüş
topluyorlar.” Cümlesi döküldü dudaklarımdan, gayrı ihtiyari…
Ve yine…
Yeniden…
On ikiden vurmuştu
Rasim dayı.
Anladım ki;
Akılla çözülebilecek
bir sır değildi bu.
Faruk Yılmazer