“Şu nimeti, şekersiz içenleri hiç anlayamıyorum.” Diye mırıldandı, çayından ilk yudumu alırken…
“Ağır ağır karıştıracaksın… Derdin boğuldukça, çayın da tatlanacak girdabında…
- Af edersiniz, anlayamadım.
Yanı başında dikilen genç adamın şaşkın nazarını, tebessümle karşıladı.
- Sana demedim delikanlı… Biraz sesli düşünüyordum sadece.
Genç adam, elindeki meyve bıçağını masanın üzerine bırakırken;
- Başka bir isteğiniz var mıydı, dedi? Tedirgin bir ifadeyle…
- Hayır delikanlı, teşekkür ederim.
Muhatabının, uzaklaşmak yerine, çevrede oyalanmayı tercihine, merakının sebep olduğunu adı gibi biliyordu, ihtiyar adam. Masanın üzerine bıraktığı bel çantasını kurcalamaya başladı. Önce, gazete tarafından verilen bir bulmaca eki çıkardı. Sonra, yüzük parmağından daha uzun olmayan bir kurşun kalem...
Ucu, yazmaktan kütleşmiş kurşun kalemin tahtasını meyve bıçağıyla yonttu bir süre. Hal ve hareketlerinden rahatlamış olduğu belli olan delikanlının gözlerine odakladı, gözlerini.
- Amaç, saç kestirmekse eğer, berbere de gitsen sonuç aynı olur… Kuaföre gitsen de…
Bu kez anlamıştı genç adam.
- Belki bir miktar pürüz, diye cevap verdi önce. Sonra; isterseniz, içeriden bir tükenmez kalem getireyim, diye devam etti. Hem o tazelenmek için kalemtıraşa da ihtiyaç duymaz, bıçağa da.
- İsmin ne delikanlı?
- Yunus.
- Bak Yunus! Seni bilmem ama ben hata yapabilme özgürlüğümü, tükeneceğinden bihaber bir kalemin kibrine terk edemem.
- Anlıyorum efendim. Ne iş yaptığınızı sormamın bir mahzuru var mı?
- Emekli bir, yazmaz.
İsminin Yunus olduğunu öğrendiği delikanlının yüzündeki ifadeyi gördüğünde aşırıya kaçmayan bir kahkaha attı;
- Elliye, elli değil mi?
- Nedir o?
- Bu seferki anlama oranın.
- Yani… Yaklaşık olarak…
Elindeki kalemi havaya kaldırarak;
- Şu kalemi ne zaman elime alsam, yazar diyorlar bana. Ama ben kendimi yazarlıktan emekli ettim.
- Kalem hala elinizde yalnız…
- Öyle ama önümde de çözülmeyi bekleyen bir bulmaca var. Bu da, sıradan bir emekli olmanın ilk şartı sanırım.
Mini sohbete ev sahipliği yapan mekân; “Serpil Hanım’ın Mutfağı” isimli, dört masalı, mütevazı ev yemekleri lokantasının kapı önüydü. Kendi halindeki küçük işletmede karnını doyuran bazı müşterilerin, keyif çayını yudumlamak için tercih ettikleri alan… Ahşap görünümlü PVC masa ile üç tabure, az önceki gibi ilginç diyaloglara şahit olabiliyordu bazen.
Yayımlanmış birkaç kitabı olan emekli bir gazeteciydi ihtiyar adam. Ayda en az bir kere, torunlarını ziyaret etmek üzere işletmenin bulunduğu Osmaniye’ye gelir; gelmişken, lezzetine defalarca şahit olduğu Serpil Hanım’ın yemeklerinden yemeden gitmezdi.
Uzun zamandır problem yaşadığı yayıneviyle, hafta başı itibarıyla tüm ilişkilerini koparmış olmasıydı, canının sıkkınlığının sebebi. Ve yazar sayısının, okur sayısını geçtiği bir dönemde, artık yazmasının gereksizliğine ikna oluşu. Kalemi gibi, hevesi de tükenmişti, ilhamı da…
“Torunlar.” Diye mırıldandı.
O iki küçük yaramaz olmasa… Çoktan kaçmıştı şehirden. Küçük bir kulübe süslüyordu aslında hayallerini. Kıyısında büyümüş ıhlamur ağacının çiçekleriyle şifa demlenen bir göl kenarında… Ve arka bahçesinde yetiştirdiği nanenin, maydanozun haddini bildiği…
Lokantayla üç yüz metre arası olan Veli Efendi hipodromunda, jokeydi Yunus. Boş zamanlarında, “Anne” diye hitap ettiği Serpil Hanım’a ve eşi Mehmet Ali’ye, kim bilir nasıl bir hikâyenin nihayetinde gönüllü yardımcı.
Evvel zamanda tevafuk etmemeleri birbirlerini tanımalarına engel olsa da, her ikisini de çok iyi tanıyan Serpil Hanım tarafından, gülümseyerek dinleniyordu sohbetleri. Ta ki çalan telefona dek…
Almış olduğu siparişleri hazırlayıp, paketlemesinin ardından poşeti, eşi Mehmet Ali’nin eline tutuşturdu Serpil Hanım. Gideceği adresi şifahen söyledi. İçerideki müşterilerle ilgilenmek üzere işinin başına döndüğünde, Mehmet Ali sepetli bisikletiyle çoktan yola düşmüştü bile.
Emekli yazar, hesabı ödeyerek gitmeye niyetlendiğinde, tekrar çalmaya başlayan telefonun başına gitmişti Serpil Hanım. İşitmiş olduğu ilk cümlenin ardından, siparişi yazmak üzere gayrı ihtiyari almış olduğu kalem, elinden düştü. Ağzından dökülen kelimeler, cümle olmaları gerektiğinin idrakine varamıyor, bir çığlığı andırıyorlardı adeta;
- Ne? Mehmet Ali kaza mı geçirdi?
Kapıdan ilk fırlayan Yunus oldu. Serpil Hanım, ilk şoku atlatıp peşine düştüğünde o, çoktan gözden kaybolmuştu bile.
Mesleki gözlemcilik güdüsü, bir süre daha oturması gerektiğine ikna etti ihtiyar adamı. Bu zaman zarfında; sahipsiz kalan lokantada, müşterilerin, yemeklerini bitirmelerinin ardından yazarkasanın bulunduğu masaya ücreti bıraktıklarını gördü. Sonradan gelenlerin, kendi yemeklerini, kendilerinin doldurduğunu… Sonra, yine aynı şekilde, ücreti bıraktıktan sonra gittiklerini izledi, şaşkınlıkla.
Takribi bir saat sonra yalnız dönen Yunus’a;
- Önemli bir sıkıntı var mı delikanlı?
- Hayati bir tehlike yok bey amca. Genç bir kurye, motoruyla Mehmet Ali Ağabeyin bisikletine çarpmış. Yuvarlanırken kaldırıma çarpan ayağında kırık ve sürüklenmeden oluşan bol miktarda yarası var. Şimdi hastanedeler. Kırılan ayağı alçıya alınacak. Serpil Anne orada kaldı. Ben, dükkâna göz kulak olmak için mecburen geri dönmek zorunda kaldım.
- Anlıyorum. Allah korumuş. Büyük geçmiş olsun.
- Sağ ol bey amca.
- Sen, burada çalışıyorsun sanırım.
- Öyle olduğu söylenemez. Fakat neden sorduğunuzu merak ettim.
- Bu durumda, yükün çoğunun, senin sırtına kalacağını düşündüm sadece.
- Sen o tarafını merak etme bey amca.
Yunus, sözünü tamamlamasının ardından cep telefonunu çıkararak bir numarayı aradı;
- Bülent. Mehmet Ali Ağabey kaza geçirdi, bir ayağı kırıldı. Müsaitsen, Süleyman’ı da al gel.
Yaklaşık on dakika sonra aranan delikanlı gelmişti dükkânın önüne. Beş on dakika sonra da diğeri… Aralarındaki sohbete kulak misafiri olduğunda; gençlerin, üniversite öğrencisi olduklarını ve lokantanın sahiplerini çok sevdiklerini anladı ihtiyar adam.
Hele, son yaptıkları hesap gözlerini yaşarttı;
“Benim, öğleden önce dersim yok” dedi Süleyman. “Öğle vaktine kadar Serpil Anneye yardımcı olabilirim.”
“Tamam.” Dedi Bülent. “Ben de, öğleden sonra boşum.”
“Güzel.” Dedi Yunus. “Mehmet Ali Ağabey, iyileşip ayağa kalkana kadar, onu yalnız bırakmamamız lazım.”
“Sen merek etme.” Dedi Bülent. “Deniz’le de görüştüm. Şehir dışında, ailesinin yanındaydı ama yarın İstanbul’a dönecek. Gerekirse diğer arkadaşlardan da yardım isteriz.”
Kendi yemeğini, kendisi dolduran… Ücreti bırakmadan ayrılmayan müşteriler…
İşletmenin ayakta kalması için, kendine gönüllü nöbet yazan… İznini yarı da kesip dönen gençler…
“Anlaşılan…” Dedi ihtiyar adam. “Anlaşılan, bu lokantada yemekten önce sevgi satılıyor. Hem de, bedelsiz... Hem de, yemeklerinden bile lezzetli…”
“Bunca hikâyenin…” diye mırıldandı. “Bunca hikâyenin arasında yaşarken…”
Bulmaca ekinin üzerine bir şeyler karaladıktan sonra, gençlere kolaylıklar dileyerek yoluna revan oldu.
Masanın üzerini temizlerken, çözülmemiş bulmacanın üzerine karalanmış iki kelimeye takıldı Yunus’un gözleri.
“Nasıl yazmam?”
Bunca hikâyenin arasında yaşarken… Bir başka bahara ertelenmişti göl evi hayali, anlaşılan…
Faruk Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder