20 Eylül 2020 Pazar

Takviye Kablosu (Hikaye)

 

- Sokak kapısı açılıyor. Bahse girerim bu gelen, o.

            - Nereden biliyorsun? Apartmanda, başka insanlar da yaşıyor.

           

Yarım açılan kapı, kimse dışarı çıkmadan geri kapanınca; “Kesin bir şey unuttu.” diye mırıldandı. Kendisiyle yaptığı hasbıhalin ortasına balıklama dalan yeni yetmeye burun kıvırarak baktıktan sonra, cevap verip vermeme konusunda tereddüde düştü önce. Nihayet;

            - Merdiven otomatiği üç kere yandı ve söndü. Eminim ki, akşamdan hazırladığı poşetleri daire kapısının önüne çıkardı önce. Sonra da aşağıya taşıdı. Yani bu gelen kesinlikle o.

            - Kim bilir? Belki de haklısındır.

            Önce bir “La havle…” çekti. Sonra;

            - Haklıyım tabi! Diye söylendi. Ne zaman haksız çıktım ki?

            Bir süre sessiz kalmasının ardından;

            - Hoş! Daha dün bir, bugün iki. Sen nereden bileceksin ki?

            - Sohbet etmekten hoşlanmıyorsun sanırım.

            Muhatabının, tonunda alaycılık sezdiği son cümlesini duymazdan geldi. Sohbet etmeyi seviyordu elbette. Lakin herkesle değil.

“Dördüncü katta oturan Doktor Erol Bey, senin gençliğine, güzelliğine tav olmasaydı; eski dostum ve ben, sabahlara kadar sohbet ediyor olacaktık hâlâ…” diyecekti. Demedi.

İşte yeniden açılıyordu sokak kapısı. Kapıdan dışarı çıkacak olan gerçekten o muydu? Poşetler, simasından önce göründüğüne göre, elbette oydu.

“Yeter ama Mustafa Hoca…”

 

Her zaman ki gibi elleri dolu… Yine kitap mı? Daha ince görünüyor. Bu sefer dergi olmalı. Bagaj, tıklım tıklım dolu olduğuna göre nereye koyacak? Benimki de soru… Arka koltukta biraz boşluk açacak ve oraya koyacak tabii ki…

Yüzlerce dergi ve kitap… İkramlık meyve, kuruyemiş, kurabiye çeşitleri… Ses sistemi… Tripod… Ve daha neler neler… 

Neyse sığdırabildi. Artık yola çıkabiliriz herhalde. Bu kadar yüklendiğimize göre, kesin fuara gidiyoruz…

Bu arada ben kim miyim?

Diksiyon ve Edebiyat Dergisi ile aynı adlı yayınevinin sahibi Mustafa Aydın’ın dört tekerlekli seyyar ofisi. Yoldaşı… Yol arkadaşı… Emektar arabası…

 

* * *

 

Haydi Bismillah…

Şu öndeki araç yarım metre daha ilerlese, kendimizi sokaktan caddeye atacağız ama…

            - Hey sarışın, biraz ilerlesek diyorum.

            - Hiç ümitlenme. Ben karşının taksisiyim.

            - Hasbünallah… Bu ne demek şimdi? Ayrı dünyaların insanıyız gibi bir şey mi? Ah şu gençler! Büyüklerine saygıları da kalmadı artık.

           

Neyse. Yola koyulabildik nihayet. Dur bakayım. Girdiğimiz yola bakılırsa Eyüp Sultan’a gidiyoruz gibi. Doğru ya! Geçen hafta, şu şiir gibi konuşan dostuyla ayak üzeri sohbet ederken Eyüp Sultan’da gerçekleştirilecek dergi fuarından bahsetmişlerdi. Biraz düşünürsem, ismini de hatırlayacağım. Tamam hatırladım. İbrahim Özgün.

O, ne özel bir ses tonu, ne kadar samimi bir konuşma tarzıydı. Maşallah. Radyom açık olsa, şiir programı başladı zannedecektim. Güzel de bir söz söylemişti. Hâlâ aklımda;

“Eyüp Sultan’da yaşamak var… Eyüp Sultan’ı yaşamak var…”

Belli ki, akşama değin Eyüp Sultan’da yaşayacağım bende. Duyularımı daha iyi açarsam, Eyüp Sultan’ı da yaşarım belki de…

 

Mustafa Hoca özel bir insan. Samimiyete önem verir. Vefakar. Titiz. İkram etmeyi sever.

Nereden mi biliyorum?

Dergi çıkarmaya karar vermesiyle, dergiyi çıkarması arasındaki süreyi bilseydiniz, ne kadar özel bir insan olduğunu daha iyi anlardınız.

Çevresindeki insanlara baktığınızda da samimiyetini... Sürekli, ilim ve edep meclislerine gidiyoruz beraber. Güzel insanlar tanıyor, güzel insanlarla tanışıyor.

Vefası için bana bakmanız yeterli. Yaşım icabı, son zamanlarda sıklıkla sorun çıkarmama rağmen Doktor Erol Bey gibi ikinci el araba pazarına sürmedi beni.

Titizliği ve ikram konusundaki hassasiyeti, her ne kadar yükümü artırsa da, o kadar kusur kadı kızında da olur artık.

 

İşte geldik. Haklıymışım. Eyüp Sultan’dayız. Karşıdan yürüyerek gelen kişiyi tanıyacak gibiyim. Hele biraz daha yaklaşsın… Vallahi tanıdım. Birkaç sefer bizimle yolculuk yapmıştı. Adı da… Faruk Yılmazer.

Biraz tuhaf biri… Çok konuşmuyor. Hoş! Konuştuğu zaman da, ne demek istediğini pek anlamıyorum zaten. Ne yapalım? Mustafa Hoca’nın arkadaşlarının hepsi dört dörtlük olacak değil ya.

Koca kainatı bir balona benzetmişti en son. Neymiş efendim? İlim adamları dahi, kâinatın sürekli genişlediğinden bahsederken onun bir balon olduğunu anlamamak basiretsizlikmiş. Bir gün patlayacak ve gerçeğe uyanacakmışız. Ben pek bir şey anlamamıştım ama Mustafa Hoca başını sallamış ve anlamış gibi “Yalan dünya…” demişti. Belki de benim anlayamadığım şifreli bir dil kullanıyorlardır aralarında.

 

Oh! Nihayet hafifledim. Hadi güle güle… Bereketli olur inşallah. Benim dönüş yüküm de hafiflemiş olur biraz.

Bir dakika yahu!

Hey! Mustafa Hocam. Farları açık unuttun. Hem niye yaktın ki zaten, gündüz vakti?

Gidiyor.

Geri döndüğünde, kabahati bende bulmaz inşallah.

 

* * *

 

Hava iyice karardı. Dönmek üzere olmalılar.

Yanılmamışım. İşte geliyorlar. Poşet sayısı azalmış. Bereketli bir gün olmuş anlaşılan. Bu arada, benim için günü Eyüp Sultan’ın manevi atmosferi içinde geçirmek güzeldi lakin bütün enerjim tükenmiş hissediyorum.

- Hay Allah! Aracın farlarını açık unutmuşum.

- Akü boşalmamıştır inşallah.

- Nasip Faruk Hocam… Takviye kablomuz var. Boşaldıysa, birinden rica eder takviye ederiz artık.


- Ah! Mustafa Hocam ah! Geçen hafta, birkaç kitap fazla sığdırabilmek için takviye kablosunun olduğu çantayı bagajımdan çıkarttın ya…

Geniş vakte yayılan bir aramanın ardından;

- Maalesef, takviye kablosunu bulamadım Faruk Hocam. Çıkartmış olmalıyım. Tek çare vurdurarak çalıştırmayı denemek. Kusuruma bakmayın.

- Estağfurullah Mustafa Hocam.  Ne kusuru? Sizin emektar, bizi ve yükümüzü çok taşıdı. Bir kere de biz onun yüküne ortak olalım.

 

İkinci hamlenin ardından enerjimi toplamayı başardım. Dönüş yolundayız. Ve buna, beldenin manevi enerjisinin katkısı olduğuna yüzde yüz eminim.

- Sizi de yorduk Faruk Hocam.

- Olur mu hocam? Bize, hem hoş bir anı oldu, hem de sizin emektarla ilgili bir hikaye yazmak vacip oldu.

 

Hikayesini yazmak mı, dedi? Öyle dedi, vallahi. Ne kadar kadirşinas bir insan… Zaten, “Tuhaf biri” derken, anlaşılması güç bir insan olduğunu kastetmiştim, haddi zatında… Yoksa Faruk Hoca da, Mustafa Hoca’nın diğer dostları kadar vefalı yani…

 

Faruk Yılmazer

19 Ağustos 2020 Çarşamba

Üç Muharrir (Roman) 1. Bölüm

           


     

            Aslı “şam” olan leyl-in ilk demlerine ak eklemek, nasıl ki ağartmıyor, hüznün can yoldaşı akşamları…
            Ak’lığına çalınmak istenen karayı tertemiz eder, samimiyetle dökülen gözyaşları…

            Salâlar, başlamamıştı henüz.
Başkomutan, “meydanlara inin” dememişti.
Yürekleri yakan şehit haberleri, ekranlara düşmemişti.
Yine de;
            15 Temmuz akşamı, sokağa ilk çıkanlardandı Salih Dede. Yetmiş bir yaşındaydı ve yaşının yükünü çekmekte artık zorlanan bacaklarına inat, dimdik ayaktaydı. Bastonunu dahi, Fadime Nine zorlukla tutuşturmuştu eline.
Darbe kalkışması olduğunu, televizyon ekranlarından öğrenir öğrenmez abdest tazelemiş… İki rekât namaz kıldıktan sonra kapıya koşmuştu.
“Nereye?” Demişti Fadime Nine. “Nereye Bey? Ekmek almaya mı?”
Elli yıllık birlikteliklerinde, hiç bakmadığı kadar sert bakmıştı Salih Dede, Fadime Nine’ye. Mahcupça boynunu bükmüştü ihtiyar kadın.
Dışarıya çıktığında, sokakta toplanmaya başlayan delikanlılardan biri daha Fadime Nine’yle aynı hataya düşmüştü;
- Salih Dede. Bu yaşında, sen nereye?
- Evvelki sene, Mevla nasip etmiş, Mina’da taşlamıştım şeytanı. Bu sene, soyuna ram olmuş soysuzları İstanbul’da taşlamak varmış kısmette.
- Sen hele bir dur. Biz gençler buradayken…
- Yok, demişti Salih Dede, gözleri yaşlı. Yirmi yedi Mayıs’ta, çocuktuk anlamadık. On iki Eylül’de, ortalık çok karışıktı, karışamadık. Yirmi sekiz Şubat’ta, tabak çanak çalanlarla yarışamadık. Bu sefer yağma yok. Bu hadsizlere, bu seferde hadlerini bildiremezsem… Gözlerim açık giderim, vallahi…
           



















Giriş

            Çalışma masasına yerleştirdiği mekanik daktilonun kapağını çıkardı önce. Ağır hareketlerle kâğıdını yerleştirdikten sonra, birbirlerine kenetlediği parmaklarını senkronize bir ses çıkana kadar gerdi. Şeridini bile zorlukla bulabildiği emektarını, aynı masanın demirbaşı olan bilgisayarın rahatlığına tamamen terk etmekten hayâ ediyordu. Yeniliklere açık bir insan olsa da; bazı değerleri muhafaza etmek, kârlı bir direnişti ona göre. Ne de olsa, sistemler çökse de, koşmaya devam ederdi yağız atlar. “Ali, ata bak.” Fişinin, tek savunulabilir yönüydü bu belki de…
            “Ne oluyorum şimdi ben?” diye mırıldandı. “İtikatta gelenekçi, amelde yenilikçi mi? Yoksa itikatta yenilikçi, amelde gelenekçi mi?”
            Sağ elini, okşar gibi gezdirdi tuşların üzerinde. Bağ kurma, gönül alma, birazda ısındırma amaçlı. Sonra bir isim döküldü dudaklarından, yalnız muhatabının duyduğu…
            “Hadi, taslağı yazmaya başlayalım artık ...” diye devam etti. “Sakın mahcup etme bizi.”
            Yazmak için tuşlara yaklaştırdığı ellerini aniden geri çekti ve gülümsedikten sonra, kırk yıllık dostuyla, soyut bir hesabın pazarlığını yapar gibi devam etti;
            “Peşin söyleyeyim ki, sonra darılmaca gücenmece olmasın. Mizahi unsurları bilgisayar ortamında ekleyeceğim, ona göre…”
           
            Beyaz önlüklü bir adam; yedi yumurtayı, mini kuluçka makinesindeki yedi boşluğa özenle yerleştirdikten sonra kapağını kapatır. Yarım daireyi andıran tezgâhın üzerine dikkatlice bıraktıktan sonra önlüğünün sağ cebinden muhabirlerin kullandığına benzer bir ses kayıt cihazı çıkarır.
            - 5 Aralık 2013 Perşembe. Saat 09.37 Deneme 11
            Sözünü tamamlamasının ardından, sağ duvardaki panoya yönelir. Panonun üzerindeki şalteri yukarıya doğru kaldırmasıyla dijital bir kronometre çalışmaya başlar önce. Ufak bir sarsıntının ardından tezgâh, saat yönünde belli belirsiz dönmeye başlar. Üzerindeki kuluçka makinesi, bir süre sonra duvarın, kesiği andıran boşluğunda gözden kaybolur.
           
            Not: Bu andan itibaren kamera, önce kronometreye odaklanmalı. Hızlı çekimde dakikaların saniyeden daha hızlı aktığı görüntülenmeli. Sonra bir İstanbul silueti, ardından yazı atölyesinin görüntüleri girmeli devreye. Yan yana olan iki kapısının birinden, minik öğrenci kıyafeti giydirilmiş yetişkin kursiyerlerin girdiği, diğerinden mezuniyet belgesi elinde eğitimi tamamlamış öğrencilerin çıktığı…

Saat dokuz yönünde gözden kaybolan kuluçka makinesi, saat üç yönünde tekrar görünür olmaya başlar. Kütlesi tezgâhın üzerinde tamamen belirince heyecanı yüzüne yansıyan adam şalteri aşağıya indirerek, kuluçka makinesinin yanına gider. Kapağı kaldırdığında, yumurtaların üçünün kabuğunun kırıldığını, dördününde kırılmakta olduğunu görür. Kayıt cihazını tekrar eline alır.
            - Saat:12.59 On birinci denemenin sonucu pozitif. Bu inanılmaz bir olay. Yirmi bir günlük kuluçka sürecini iki yüz iki dakikaya indiren, zamanın çok hızlı aktığı bir boyuta kapı aralamayı başardık. Besinlerin olağanüstü hızlarda üretildiği, açlığın son bulduğu, en önemlisi eğitimlerin çok hızlı verildiği bir dünya, artık hayal değil.

            Yazmaya ara vererek, ellerini başının arkasında kenetledikten sonra;
“Yahut yanlış ellerde, orduların çok hızlı yetiştirildiği bir dünya” diye hayıflandı.

           











Birinci Bölüm

            Öfke

            Durup soluklanma ihtiyacı hissettiğinde, kaçıncı katta olduğunu anlayabilmek için sağına soluna bakındı Ömer Faruk Keskiner. Harici boya vurulmamış beton grisi duvarların birinde, özensizce yazılmış “altı” rakamını görünce omzuna asılı olan çantayı yere bıraktı. Terden alnına yapışan uzun sarı saçlarını bir eliyle arkaya doğru atarken, yorgunluğun artırdığı asabi ruh haliyle söylendi
            “Daha yarı yolu bile aşamamışsın Ömer Efendi…  Sözde, genç olacaksın.”
            Bedenini, bir üst katın merdivenlerine, koltuk niyetine bıraktıktan sonra sağ ayağındaki ayakkabıyı oflayarak çıkardı ayağından. Çorabını çıkarmak istemedi. Karşılaşacağı manzaranın hoşuna gitmeyeceğini biliyordu. Çektiği eziyeti, gereksiz bir görsellik ekleyerek ikiye katlamanın gereği yoktu.
Salt yorgunluktan ibaret değildi problemi. Neredeyse bir buçuk aydır yaşadığı sağ ayağının başparmağındaki tırnak batması sorununu, tıbbi destek almak yerine kendi yöntemiyle çözmeye karar vermişti iki gün evvel. Ölçüyü tutturamamış, müdahaleyi fazla derinden yapınca iltihap kapmıştı başparmağı. Evinden ayrılmadan önce sürmüş olduğu merhemin, uyuşturucu etkisi nihayetlenmeye başlamış olacak ki, inceden sızlama atakları başlamıştı bile. “Bu ayakla zirveye çıkmak, gerçekten zor olacak.” Diye mırıldandı.
Kaba inşaatı tamamlanmış olsa da; hakkında açılan davaların aleyhine sonuçlanacağını anlayan müteahhidinin yurtdışına kaçmasıyla ne giydirme işlemi, ne de ince işçiliği tamamlanabilmişti nefesini kesen gökdelen vari yapının. Bulunduğu mevkide ilk olmasına rağmen, çevresinde yükselen emsalleri arasında giderek gözden kayboluyordu. Örtüsüzlüğünün ve terk edilmişliğinin utancıyla gizlenmeye çalışıyor izlenimi veriyordu, dışarıdan bakan gözlere.
Bir süre siyaset sahnesinde de boy gösteren iş dünyasının önde gelen isimlerinden olan müteahhidi, neredeyse tüm ülke tarafından tanınan, güvenilen, renkli bir kişilikti aslında. Daha proje aşamasında, neredeyse tüm ofisleri satabilmiş olması bu güvenin getirisiydi. Topladığı paralarla yurtdışına kaçması tüm katılımcılarda şok etkisine sebep olmuştu. Hâlâ büyük bir çoğunluk; hakkında açılan davaların siyasi olduğuna, temize çıktığında geri dönerek başladığı işi tamamlayacağına dair umut taşıyordu.
Nefes alışverişinin normale döndüğünü hissettiğinde, topuğuna basarak giymeyi tercih etti ayakkabısını. Yere indirmiş olduğu çantasını tekrar omzuna attı. Gözünde büyüyen basamaklara umarsız bir bakış attıktan sonra tekrar söylendi;
“Asansörleri takılmış olsaydı bari…”
Yirmi sekiz yaşında, bekâr,  son dört senedir kalkıştığı hiçbir işte dikiş tutturamamış, yakınlarının gözündeki kredisi de dâhil, bir kaybedendi Ömer Faruk. Oysa böyle değildi en başında durum. Ailesi ve öğretmenleri tarafından; hedefi olan, üniversitenin “Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi” bölümünü kazanmasına kesin gözüyle bakılan, zeki bir öğrenciydi geçmişte. Gelecek vaat ediyordu.
“Gelecek…” Sevmezdi bu kelimeyi kullanmayı. Her ne kadar zaman bildiriyor olsa da; yapısında bir keskinlik, şirk boyutunda bir kibir, bir kifayetsizlik olduğunu düşünürdü. Öncesine yahut sonrasına eklediği “inşallah” kelimesiyle, gidermeye çalışırdı kelimenin nakıslığını. Daha çok, alternatifi olan “istikbal” kelimesiyle kurmaya çalışırdı bu tarz cümleleri. “İstikbal vaat ediyordu.” Ta ki üniversite sınavının cevap kâğıdında kaydırma yapana kadar…
Ailesini olduğu kadar, okul ve dershane öğretmenlerini de şok etmişti bu durum. Özellikle dershane öğretmenlerini… Bir öğrencinin başına gelebilecek belki de en kötü şeydi cevap kâğıdında kaydırma yapmak ve bu en gözde öğrencilerinden birinin başına gelmişti. Ücretsiz olarak bir sene daha derslere katılmasını teklif ettilerse de, başkalarının havada atlayacağı bu teklifi geri çevirmişti Ömer Faruk. Sonraki sene tercihi değişmiş ve yeni tercihi olan “Reklamcılık” bölümünü, bireysel çalışmalarıyla kazanmıştı. Tanıyanlara; birilerinden, bir şeylerden uzaklaşmaya çalıştığı intibaı vermişti bu dönüşüm.
Kendisinden başka kimsenin bilmediği bir gerçekti aslında bunlara sebep. Sınav öncesindeki son haftaya özel bir program hazırlamıştı dershane… Sadece bazı öğrencilerin katılabildiği, son gün yapılan deneme sınavıyla sonlanan bir program. Bir alt seviyedeki gurupla birlikte eğitim gören ikiz kardeşi Osman, aynı programa davet edilmemişti meselâ.
Gerçek sınava girdiğinde, deneme sınavında sorulan soruların neredeyse bire bir aynısıyla karşılaşan Ömer Faruk, dönen oyunun idrakine varmıştı biranda. Başından aşağıya kaynar su dökülmesi, deyimini bizatihi yaşamış; tüm uyarılara rağmen, inanmak istemediği, dershanelerin bağlı olduğu camianın gerçek yüzünü görebilmişti nihayet.
Durumu hazmedememiş, hak etmediği bir başarıyı sahiplenmek istemediğinden bilinçli kaydırma yapmıştı cevap kâğıdında. Başkalarının hakkını gasp ederek basamak atlamak, kesinlikle savunduğu değerlere uygun bir durum değildi. Önünde, cevap kâğıdını boş bırakmak gibi harici bir seçenek daha duruyor olsa da,  ailesine bunu izah edebilmesi imkânsıza yakındı.
 O çok sevdiği, hatta alt sınıflardaki öğrencilere “ağabeylik” yaparak yardımcı olmaya çalıştığı yapıya karşı, müthiş bir öfke duymaya başlamıştı o andan itibaren. Oysa bozuk düzene çeki düzen verecek, ülkenin insanına hizmet götürecek hizmet erleri olduklarına ne kadar inanmıştı. Ortada gerçekten bir hizmet varsa da; o hizmetin, bu ülkenin, bu coğrafyanın insanı için yapılmadığını net bir şekilde görebiliyordu artık.
Öfkeli mizacı; başkalarının umursamayacağı, gülüp geçeceği olaylar karşısında, bir anda çılgına çevirebiliyordu onu. Başlarda, yaradılış gereği olduğunu düşündüğü durumunun; isminden kaynaklandığına karar kılmıştı sonraları Cahit Zarifoğlu’nun, “Sultan” isimli şiirini okuduğunda.

Seçkin
Bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri “acz” tutuyor
Bağışlamanı dilerim.
(Cahit Zarifoğlu)

Tam adı, Abdurrahman Cahit Zarifoğlu olan şairin isminin baş harfleri gerçektende “ACZ” tutuyordu. Kendi isminin baş harfleriyse, “ÖFKE”. Kendince birkaç satır karalamıştı o da, bunu fark ettiğinde.

Kutsal emir gereği
“Öf” demedim
Ne anama
Ne babama
Ama “öfke” okunmuş kulağıma
Ezanla, kamet arası
Ya “af” ile değiştirmeni
Yahut sabrını dilerim

İki mola daha verdikten sonra nihayet ulaşabilmişti hedefine. En üst katta devasa bir ofisteydi. El kamerasıyla yapılacak bir reklam filmi çekimi için davet edilmişti bulunduğu yere. Mekân seçiminin aykırılığını sorgulamamıştı. Neden kendisinin tercih edildiğini…
Zaten ne davet edenleri tanıyordu, ne de çekimin içeriğinden haberdardı. Görüşme ve çekim aynı mekânda gerçekleşecekti. Telefon görüşmesinde dile getirilen ücret yabana atılacak cinsten değildi ve düşünmeden “evet” demesine sebep olmuştu. Bu, profesyonel olarak yapacağı ikinci iş olacaktı. “Popüler olmanın getirisi, işte tüm bunlar…” Diye aklından geçirdi.
Bir sene önce yayınlamış olduğu gizli video kaydı bir anda popüler olmasına sebep olmuş, sonrasında internetin o meşhur video kanalına yüklediği kısa film çalışmaları tıklanma rekorları kırmıştı. Yıllardır ters giden talihi nihayet geri dönüyordu.
Beş sene evvel okulunu bitirmiş, sonrasında yedek subay olarak askerlik görevini yerine getirmişti. O zaman zarfından beri okuduğu bölümle ilgili bir işe girebilmek nasip olmamıştı. Bunda sırtını döndüğü yapının etkisi olduğundan adı gibi emin olsa da, elinden bir şey gelmiyordu. Öylesine can alıcı noktalara sızmışlardı ki, şikâyette bulunulabilecek birimlerin başında dahi onlar vardı.
Umurunda da değildi aslında. Terk ettiklerinin, onu geri kazanmak için yaptıkları bütün girişimleri geri çevirmişti. Ailesine daha fazla yük olmamak için geçici işlere girip çalışsa da, istikrar sağlayamamıştı. Umurunda olan tek şey… Tek kişi…

Dört kişiden oluşan çekirdek ailesiyle birlikte, İstanbul içinde ayrı bir şehir haline dönüşen Başakşehir’de ikamet ediyorlardı son birkaç senedir. Aynı ilçede, orta seviye bir marketin sahibi olan babası, ev hanımı olan annesi ve yarım saatlik farkla ağabeyi olduğu tek yumurta ikizi olan Osman’la birlikte. Ama çocukluğunun geçtiği, her gün ziyaret etmekten vazgeçmediği Fatih ve çevresiydi onun gerçek mahallesi.

Bir yarış vardı ortada. Küçücük bedenlerin, minicik elleriyle kalem tutarak hazırlanmaya başladıkları bir yarış. Henüz sebebini dahi anlayamadıkları… Uğruna körebeden, saklambaçtan vazgeçtikleri… Oyun ihtiyaçlarını, beyin yıkayan ışıltılı cihazlarla gidermek zorunda kaldıkları… Ve tüm bunlar, geleceğin inşası adına yapılıyordu.
Yine “gelecek” geçmişti ama bu sefer yerine oturmuştu sanki kelime. En azından parçalar halinde…
“Ele” her zaman düşeş, pulu kırık olana sürekli “gele”…
Seçilmişler içinde yer alamayan, hem kör, hem ebe…
Yeniden yazılmıştı saklambacın kuralı; hak edenlere “sobe”, hak etmeyenler kral ve “ece”.
Böyleydi işte, yarışta hile yapanların arzuladığı gelecek. Henüz orta öğretim aşamasındayken sızmaya başladıkları zeki dimağların peşini bırakmıyor; üniversite sınavı da dâhil olmak üzere, istedikleri konuma yükseltmek için illegalde olsa bütün seçenekleri deniyorlardı. Kendilerinden olmayanlar, tercih ettikleri bölümde okuyabilmek için kırk deveye kırk hendek atlatmak zorunda kalıyorlardı.
Yine de aradan sıyrılabilenler çıkıyordu tüm haksız rekabete rağmen. Onlarında önü, tıpkı Ömer Faruk’ta olduğu gibi işe girme aşamasında kesiliyordu. İnsanın eğitimini aldığı sektörde çalışamaması hem kişi, hem de ülke için çok kötü bir durumdu aslında. Kişi için, yıllarca sarf ettiği emeğin; ülke için, milli servetin ziyanıydı. Soruları çalan güruh için önemsiz bir konuydu bu. Onlar, uzanabildikleri her köşe başına kendi adamlarını yerleştirmenin telaşındaydı.
Hedeflerine varmak için her yolu mubah görenler; insanların hayallerini, emeklerini, istikballerini çalıyordu. Ve asıl niyetlerinin istiklallerini çalmak olduğu, 15 Temmuz 2016 akşamı kalkıştıkları darbe girişiminde, yani yaklaşık bir sene önce ortaya çıkmıştı. Bir vakit, içlerinden biri olmanın verdiği utançla; köprüde en ön sırada saf tutanların arasına karışmıştı Ömer Faruk. Yine aynı günahın bedeli olsa gerek; ne çetenin elebaşlarından birini alnından vuran adaşının, ne de oğluyla el ele vatan savunmaya giden meslektaşının, içtiği şahadet şerbetinden nasiplenebilmişti.

Ofise girdiğinde, içeride çalışan üç kişi olduğunu gördü. Bir karşılama yahut selamlaşma faslı geçmedi aralarında. Varlığını umursamadıklarına göre, içlerinden hiçbiri davet sahibi olamazdı. Bir köşeye yığılmış kolileri açıyor, çıkardıkları malzemelerle ofisi dekore etmeye çalışıyorlardı. Yüzlerindeki aşırı ciddi ifade ve kaslı bedenleri, şahısların özel eğitimli asker olduğu izlenimi verdi Ömer Faruk’a. Ara sıra, yan gözle kendisini süzdüklerinin de farkındaydı. Sonra “paranoyaklaşıyorum galiba” diye geçirdi aklından. Sadece sırt çantasıyla çıkarken bile zorlandığı en üst kata, o kolileri çıkarabilmek her babayiğidin harcı olamazdı. Onca yorgunluğun ardından tebessüm edecek halleri dahi kalmamış olmalıydı çalışanların.
Saatine göz attı. Telefonda görüştüğü şahısla, sözleştikleri buluşma vaktine daha on dakika vardı. Henüz çalışma yapılmayan bir köşeye geçerek beklemeye başladı. Ofisin kendisi gibi devasa olan pencereleri Büyük İstanbul Otogarına bakıyordu. Sessizce otogarı seyre daldı. İlk defa kuşbakışı seyrettiği otogar; sekizgen yapısı, dört doruk noktasına kondurulmuş piramitleri, kesintisiz hareketli hali ile sanki bir ritüele ev sahipliği yapıyor gibiydi.
Sıcaktan bunalmıştı. Güneş, gün ortası dediğimiz, en tepe noktasına varmak üzereydi. Ofisin, sadağından fırlayan bir ok gibi yol alan ışınlarına engel siyah cam mahremiyeti olsa da, ısı faktörünü tolere edebilecek bir yapılandırması yoktu.
Az sonra çalışanlar işlerini bitirmiş olmalıydı ki, içlerinden birinin yapmış olduğu telefon görüşmesinin ardından, yine çalıştıkları gibi sessizce ofisi terk ettiler. Yapmış oldukları dekorasyona şaşkınlıkla baktı Ömer Faruk. Standart masa ve dolap gibi eşyaların haricinde, bir çeşit düzenek kurulmuştu ofise. Düzeneği alıcı gözüyle incelediğinde beyninde şimşekler çaktı. “Fakat nasıl olur?” Kelimeleri döküldü dilinden. “Henüz hiçbir ortamda paylaşmadım ki!”
Altındaki basit mekanik aksamı göze çarpan; duvara yaslanmış, yarım daire şeklinde büyükçe bir masayı andırıyordu düzenek. Üzerinde dairesel şekilde dizilmiş şeffaf kutular duruyordu. Yaklaştığında, taşıyıcı yüzeyin aslında tam daire olduğunu; diğer yarının, duvardaki kesikten diğer odaya uzandığını fark etti. Tıpkı, henüz proje aşamasında olan son kısa filmi için tasarladığı gibi.
Hemen sırt çantasından el kamerasını çıkardı Ömer Faruk. Başta düzenek olmak üzere tüm ofisin görüntüsünü kaydetmeye başladı. Sırtı dönük olduğu için, içeriye giren kişiyi fark edememişti.
- Bakıyorum, erkenden çalışmaya başlamışsınız Bay…
“Bu ses…” Diye geçirdi aklından, arkasını dönmeden önce. Gerçekten o muydu? Kesinlikle o olmalıydı. Neden tutuklu değildi ki? “Nasıl bir tezgâha düştüm ben?” Diye mırıldandıktan sonra;
- Ömer Faruk… Ömer Faruk Keskiner… Ve sanırım bunu zaten biliyorsunuz Yarbay Necip.
Sözünü tamamlamasının ardından, yüzünü muhatabına döndü. Alaycı bir dille;
- Pardon… Unutmuşum. Rütbelerini sökmüşlerdi değil mi, sıradan vatandaş Necip?
Bakışlar birleştiğinde; iki tarafta, diğerinin yüzüne yansıyan aynı ortamda bulunma hoşnutsuzluğunu rahatlıkla okuyabiliyordu. Necip’inde en az kendisi kadar şaşkın olduğunu müşahede etti Ömer Faruk. Sebebine mantıklı bir açıklama getiremeyince, en başarılı olduğu işi, yani rol yaptığını düşündü. Sözlü sataşmalarına dozajını artırarak devam etti;
- On altı katı, sadece kendi ayaklarına güvenerek çıkmış olman ilginç. İhraç edilmenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyor olsan gerek…
Sataşmaları duymazdan geldi Necip. An itibariyle, kördüğüm olmuş iplik çilesini, yumağa çevirmenin çilesini yaşıyordu sanki.
- Neden burada olduğunuzu biliyorsunuz değil mi, Ömer Bey?
Ömer Faruk’un yüzündeki alaycı ifade, yerini ciddiyete terk etti;
- Bildiğimi sanıyordum. Ama bilmiyormuşum.
Eski askerin yüzüne tiksinir gibi bakarak devam etti;
- Söylesene… Bu kumpası, kendi aklınla mı kurdun? Yoksa plan, oynatıcılarına mı ait? Allah aşkına… Gene ne dolap çeviriyorsunuz siz?
Bir süre suskun kaldıktan sonra, geciken cevabı beklemeden devam etti;
- Ya da en iyisi, hiçbir şey söyleme. Ben gidiyorum.
Çantasını omzuna taktı ve ofisin kapısına doğru yürümeye başladı. Necip;
- Ömer Bey, bir dakika!
Aldırış etmeden yürümesine devam etti Ömer Faruk. Arkasından koşan eski asker, merdiven hizasında yakaladı onu.
- Ne halt ettiğini sanıyorsun sen?
- Gidiyorum. Ama tabi… Eşini bile önüne konulan katalogdan seçen biri, özgür iradeyi nereden bilsin? İpin, kimlerin elindeyse onlara söyle. Hepinizin canı cehenneme…
Sahte dinginliğini korumayı artık başaramayan Necip;
- Bana bak reklamcı. Söyleyeceklerimi dinlemeden hiçbir yere gidemezsin.
Necip’in, mesleğini söylerken kullandığı tonlamanın aşağılama amaçlı olduğunu düşündü Ömer Faruk.
- Öyle mi? Bak ve gör, nasıl gidiyorum.
Atmak üzere olduğu adımdan vazgeçerek bir anlığına duraksadı. Gözlerini tekrar Necip’in gözlerine dikerek;
- Yaranız büyük, değil mi? Siz ihanet içerisindekiler, vatanın kalelerini zapt etmeye çalışırken, bu aziz vatanı savunmak için on altı yaşındaki oğluyla birlikte sokağa koşan, gözünü kırpmadan şahadet şerbetini içen reklamcı ve onun gibi insanların açtığı yaranız büyük…
- Hiçbir şey bilmiyorsun.
Ömer Faruk, Necip’e omzuyla yaptığı, sözlerini umursamadığını belli eden hareketten sonra gitmek için harekete geçti. Necip, gitmesini engellemek için elini omzuna attığında, aniden dönen Ömer Faruk’un yumruğu suratında patladı. İsmiyle özdeşlesen öfkesi artık tavan yapmıştı. Ama asıl sebep, zaten uzun bir zamandır bunu yapmanın hayalini kuruyor olmasıydı. O andan itibaren sözlü kavgaları fiziki kavgaya dönüştü.

Bir çeyrek saat sonra, binanın önüne yanaşan sivil araçtan “Siyah Giyen Adamlar” filminden fırlamış gibi duran iki adam indi. Siyah takım elbise, siyah ayakkabı, siyah gözlük… Çevre binaların güvenlikçileri, bina girişinin önünde toplanmıştı. Şoför kapısından inen adam, güneş gözlüklerini çıkardıktan sonra;
- Ne oluyor burada?
- Bizde bilmiyoruz, dedi içlerinden biri. Daha yeni geldik.
Bir diğeri arkadaşını işaret etti;
- Ferhat Ağabey, bir kişinin feryat ettiğini duymuş. Ben bağıran kimseyi duymadım.  Ama büyük bir gürültü duydum. Galiba birisi asansör boşluğuna düştü.
Diğer siyah elbiseli adam binaya doğru koşarken, o sorularına devam etti;
- Ferhat hanginiz?
Güvenlikçilerden en yaşlı görüneni bir adım öne çıktı;
- Benim.
- Bu binanın boş olması gerekmiyor muydu Ferhat Bey?
- Öyle ama evsizin biri kendisine mesken tutmuş olabilir, diye cevapladı bu soruyu Ferhat.
- Aranızdan kimse içeriye girmedi mi?
Güvenlikçiler birbirlerine baktıktan sonra olumsuz mana da başlarını salladılar.
-Hayır.
- Ya dışarıya çıkan birini gören?       
Cevap yine aynıydı;
- Hayır.
- Bence ambulans çağırmalıyız, dedi güvenlikçilerden biri.
- Gerçekten yardıma muhtaç biri var mı bilmiyoruz, diye cevapladı siyah elbiseli adam. Önce emin olmalıyız.
İçlerinden en genç olanı, cep telefonunu çıkardı ve arkadaşının dirseğiyle dürterek uyarmaya çalışmasına aldırmadan;
- Ben polisi arıyorum, dedi.
Ceketinin cebinden çıkardığı kimliği, gözüne sokmak ister gibi o güvenlikçinin yüzüne yaklaştırdı siyah elbiseli adam;
- Buna gerek olduğunu sanmıyorum.
Binaya giren arkadaşı, ağır adımlarla dışarıya çıktığında bakışları ona yöneldi. Hal ve hareketlerinden durum okuması yapmaya çalışıyordu. Başını sağa sola doğru çevirerek yaptığı olumsuzluk bildiren hareket sonrası, yerdeki bir taşı tekmeler gibi hırsla savurdu ayağını.
- Kimse uzaklaşmasın beyler. Birazdan hepinizin ifadesi alınacak.

Olay, ertesi günün gazetelerinde iki cümlelik bir haber olarak yer aldı.

İnternet fenomeni olarak tanınan Ömer Faruk Keskiner, Büyük İstanbul Otogarı yakınındaki boş bir binanın asansör boşluğunda ölü olarak bulundu. Polis, olayın kaza yahut intihar olduğunu düşünüyor.

Aynı gün okyanus ötesindeki, iki kişinin arasında şu diyalog geçiyordu;
- Çocuğun öldüğü, resmi açıklamalarla doğrulandı efendim.
- Bizimle necm-e ulaşmak yerine, ayağa düşmeyi tercih etti. Tercihinde, ihanetinde bedeli olur.
- Haklısınız efendim.
-Ya Necip?
- Kaçmayı başarmış efendim.  Polis her yerde onu arıyormuş.
- Demek kaçmış. O halde bağlantıyı nasıl kurmuşlar?
- Çocukla Necip münakaşa ederken, çocuğun kamerası kayıttaymış. Resmi açıklama farklı olsa da polis, çocuğu Necip’in öldürdüğüne emin.
- Neden tartışmışlar?
- Henüz bilmiyoruz efendim. Eski defterlerin açıldığına dair bir tahminim var sadece.
- Mıknatıs, âlâ bir etki göstermiş demek. Ya bizim çocuklar?
- Olay yerine, erkenden siviller gelince uzaklaşmak zorunda kalmışlar. Olayı çok gizli tutuyorlar. İçerideki adamımız bilgi edinmeye çalışıyor. Çok yakında detayları öğreniriz efendim.
- İletişime geçerse, yapmanız gerekeni biliyorsunuz.
- Elbette efendim.

19 Temmuz 2020 Pazar

Kapı (Hikaye)

Evveline yahut ahirine “inşallah” kelimesi eklenmediğinde, ahir zamanın en tehlikeli cümlesiydi, Gayretullah’a ulaşan…

            Eklendiğindeyse; şeytanın, tanrıcılık oynamaya kalkan hiziplerini harekete geçiren… Projelerine engel koyabilecek birliktelikleri bertaraf etmek adına…

“El ele verdiğimizde, başaramayacağımız iş yok… (İnşallah…)”

Bir birliktelik sonucu elde edilen ufak çaplı başarının ardından, insanoğlunun sıklıkla kullandığı çoğunlukla kibir cümlesi…

Oysa iki bin yirmi senesinin ilk çeyreğinde yayılmaya başladığında, değil el ele vermek…

Kişinin; annesinden, babasından, eşinden, evlatlarından kaçacağı günün provasını yaptırmıştı ufacık bir virüs… COVID- 19…

Harekete geçenlerin, harekete geçebilmesinin dahi virüsünde sahibi olanın iznine tabi olduğunu hatırladı kimileri… Kimileride…

 

İzolasyon fırınının içindeki çeyrek dakikayı, nefesini tutarak geçirmeyi tercih etti yarım pardösülü adam. Fanlardan üflenen sıcak havayı soluduğunda, ciğerlerinin sızlayacağını bilecek kadar deneyimliydi. İçine girdiği tarafın aksi istikametindeki kapı açıldığı anda içeriye yansıyan metal ziyası, yine gözlerinin kamaşmasına sebep oldu. Kendisini karşılayan genç kadının donuk yüz ifadesi içini ürpertti. “Bir taraf çok sıcak, diğer taraf çok soğuk…” diye geçirdi aklından, önce. “Neredeyse dolu tanesine dönüşeceğim...” diye mırıldandı sonra… Sesli düşündüğünün farkında olmadan…

Genç kadının, kaşlarındaki yukarıya meyilli belli belirsiz oynama, sözlerini işittiğin fakat anlam çıkaramadığının işaretiydi.

- Görüşme talep etmiştim, dedi.

Tanımlayamadığı aksanı, yüz ifadesinden daha soğuktu genç kadının.

- Görüşme gerçekleşecek.

Az sonra, muhatabıyla karşı karşıyaydı. Aralarındaki cam bariyer sayılmazsa, neredeyse yüz yüze…

- Umarım yine eli boş gelmemişsinizdir Mr. Doğan?

Pardösüsünün iç cebinden çıkardığı sarı zarfı, baş hizasına kadar kaldırarak gülümsedi;

- Yerel gazetelerde, arada sırada yazıları yayınlanan sıradan bir âdem, dedi. Etki oranı sıfır.

- Bakacağız, dedikten sonra bakışlarını, ziyaretçinin iki adım gerisinde ayakta bekleyen genç kadına çevirdi muhatabı;

- Mrs. Nesrin. Zarfı alın ve söz verdiğimiz enjeksiyonluk çözeltileri Mr. Doğan’a teslim edin.

Sonra yine ona çevirdi bakışlarını;

- Direktiflerimizi, daha sonra size bildireceğiz Mr. Doğan.

- Teşekkür ederim. Sizinle iş yapmak güzeldi, cevabının ardından, kendini devasa akvaryuma gönüllü hapseden bir yırtıcıdan uzaklaşacağı için memnun, çıkışa yöneldi.

* * *

Renklendirme işlemi nihayete erdiğinde son bir kontrolden geçirdi elindeki resmi, tarayıcıya yerleştirmeden önce. İşlem tamamlanıp resim ekrana düştüğünde, üzerinde çalışma yapacağı programı açtı.

Kısıtlamanın başladığı ilk günlerde eğlence amaçlı öğrenmeye başladığı programı, sokağa çıkma yasağının genele yayılmaya başladığı demlerde iyice çözmüştü. Amatörce de olsa, kendi başına kısa film hazırlayabilecek seviyedeydi artık…

Basit bir programdı aslında. Bir defterin sayfalarına resimler çizip, sayfaları seri bir şekilde açınca, çizgilerin hareket ettiği izlenimi vermesiyle aynı sistemdi neredeyse. Tahmin ettiğinden de fazla işine yaramıştı. Sayfalarca yazdığı dönemlerde üç beş insana ulaşamazken, şimdilerde hazırladığı üç beş dakikalık videolarla muazzam kitlelere ulaşabiliyordu.

İlhamını, genellikle Hollywood yapımı filmlerin verdiği mesajlardan alarak kısa hikâyesini yazıyordu önce. Sonra, Allah vergisi yeteneğiyle, vurgulamak istediği anları kâğıda resmediyor. Nihayetinde, resimleri bilgisayara yükleyerek hareketlendirme işlemine başlıyordu. Birkaç resim, birkaç söz, alıntılarla takviye edildiğinde yetiyordu meramını anlatmaya.

İlk çalışmasının ilhamını, Thor Ragnorak filminden almış, filmin henüz başlarında yer alan bir sahneyi başlangıç kısmına koyarak hazırlamıştı videoyu.

İskandinav mitolojisinin tek gözü kalmış sözde tanrısı Odin’in, (Bu Odin filmde, Asgard’ın ve dokuz diyarın hükümdarıydı aynı zamanda…) dünyada yani bizim gezegenimizde oğlu Thor ve evlatlığı Loki ile ölümünden önceki son hasbıhali sahnesi… İlhamına sebep olan repliği o sahnede söylemişti Odin;

“Asgard dediğin, bir toprak parçası değil, halktır.”

Ve filmin sonunda, parçalanan gezegenin bir gemiye sığdırılmış sözde halkı, özde elit kesimi başka diyarlara yelken açıyordu Thor’un liderliğinde…

Başkalarında nasıl bir açılıma sebep olmuştu bilmiyordu ama bu filmin ve ilgili sahnenin kendisinde yaptığı çağrışım; birilerinin “Biz nereye gidersek, güç oradadır.” mesajı vermek istemeleriydi.

Ülkeleri ve dahi dünyayı, gerçekte devletlerin değil, “Üst Akıl” denilen o birilerinin yönettiğini mizahi bir dille anlatabilmeyi başarmıştı hazırladığı kısa filmde. Dün Amerika’da olup, Amerika’yı süper güç olarak kabul ettirenler, bugün ağırlıklarını Çin’e kaydırıp yeni süper güç olarak Çin’i ilan edebiliyorlardı neticede… Ulus devletler, yerlerini küreselcilere bırakıyordu işin aslı.

“Yumuşak G 9” adını verdiği filmde, dokuz diyara gönderme yapıyor görünüp; üst aklın, yönetici artı bir’liğiyle sayılarını dokuza çıkardığı G8 ülkelerini alaya almış… Ufacık bir virüs karşısındaki acziyetlerini gözler önüne sermişti.

Videoyu tamamladığında, değerlendirmesi için bir arkadaşına yollamıştı, cep telefonu vasıtasıyla… O da, başka bir arkadaşına… Ne olduğunu anlayamadan, on binlere ulaşmıştı gönderim sayısı. Nihayet sosyal medyaya düştüğünde, hayal bile edemeyeceği beğeni oranına ulaşmıştı.

Samimiyetle, kibirden uzak el ele verişler…  Rızaya da uygun hareket ediyorsa…

Peşi sıra hazırladığı birkaç video daha aynı şekilde rağbet görmüştü. Kimin yahut kimlerin emeği olduğu bilinmeden... Ve beklenir olmuştu, bir sonrakinin gelişi…

Ünlü olmak, isim yapmak yahut para kazanmak değildi amacı. Harekete geçerek, farkındalığı genele yaymaktı. Görebilmesini nasip edenin izniyle…

“Kapı” ismini verdiği son kısa filminde, bilim kurgu ve fantastik animasyonlarda sıklıkla kullanılan, portal açarak başka boyutlara geçme sahnelerini, giriş kısmında bolca kullanmış; ardından gelecek sahnelere hazırlamak istemişti takipçilerini.


Son dönemlerde istifa ederek, başlarında bulundukları büyük şirketlerden ayrılan ceo’ların, evvelden hazırlanmış gizli kapılardan, gümüşle izole edilmiş güvenli mekânlara geçişini işlemişti… Sıcak hava üfleyen fırınlarda şartlanmalarının ardından…

Yine devasa şirketlerini satarak, ortadan kaybolan işadamlarının… Siyasetçilerin… Bürokratların… Pagan, Siyonist ve Evengelist bileşimi üst aklın gönüllü hizmetçiliğini yaparak, Corona virüse karşı kendini güvene alanların…

Ve “hayır” deme cesaretini gösterdikleri için, birer birer testleri pozitif çıkmaya başlayan ünlüleri…

En nihayet; insanların, artık ev yerine, sözde evrenlere geçiş sağlayan kapılar satın aldığı dijital, yani sanal bir dünyayı anlatıyordu… Sözde kapı… Özde, bir nevi tabut… Uyuşturucunun etkisiyle çölü, cennet gören haşhaşi kıvamında…

* * *

“Tuğrul, kaç… Geliyorlar.” Kısa mesajı telefonuna düştüğünde, gönderime hazır durumdaydı video. Devletin, virüsün yayılmasını engelleme amaçlı aldığı, sokağa çıkma yasağı kararı vaktini bereketlendirmişti. Şimdi tek sıkıntı; mesajın, zincirin ilk halkasından gelmesiydi. Yürüttükleri tersine işlemle, ona kadar ulaşabilmişlerdi demek ki…

Ne yapacağına karar vermeye çalışırken, “Neden şimdi?” sorusu düştü aklına… Kısa filmlerin kaynağının kendisi olduğunu çok daha evvel tespit etmişlerdi büyük ihtimalle. Ve bir yenisinin henüz dolaşıma girmediğini…

“Neden şimdi?” Sorusunu tekrarladığında, bir kıvılcım çaktı kafasının içinde yakamozlardan hallice…

“Çünkü…” diye mırıldandı. “Çünkü bir evvelki kısa filmin sonunda, bir sonraki filminin reklamını yapmış… İçeriğine değinmişti az çok. Demek, algının değil, gerçeğin frekansını yakalamıştı kalp gözü… Yine büyük ihtimalle…

Büyük resmi gören, doğru teşhis koyabilen bir avuç insanın, uzun zamandır anlatmaya çalıştıklarından çokta farklı bir içerik taşımıyordu aslında çalışmaları. Lakin doğru taktik ve kendileriyle aynı silahları kuşanmış olması tedirgin etmiş olmalıydı, karşı cenahı…

Rehberindeki ilk üç isme aynı anda yollarken videoyu; “Hadi inşallah…” duasına teslim etti, yeni bir zincir kurulabilmesi ihtimalini.

Kapı zili çalmaya başladığında, sokağa çıkma yasağının sona ermesine henüz iki saat vardı. “Sokağa çıkabildiklerine göre…”diye mırıldandı. Diafondan, gelenin kim olduğunu sormadan evvel, videoyu ve gönderimleri sildi telefonundan. “Sağlık Bakanlığı’ndan geliyoruz.” cevabı duyulduğunda, yeniden yüklenmek üzere bilgisayarına bağlamıştı telefonunu.  Bu hareketiyle; videoyu, henüz kimseye gönderme fırsatı bulamadığına inandırmak istiyordu davetsiz misafirlerini.

Kapı otomatiğinin sesi duyulduğunda balkona yöneldi. Komşulardan biri düğmeye basmış olmalıydı. Altı katlı binanın çekme katı olan dairesinin balkonundan çatıya geçti önce. Oradan, yandaki binanın çatısına… Sonra, komple balkon olan bir sonrakine… Kısmetine kilitli değildi balkon kapısı. Merdivenleri soluksuz inerken, sokak kapısına varana kadar hesabını yapmıştı bile.

Ziyaretçilerinin, dairesinin bulunduğu kata gelmeleriyle, onun, son balkona geçişi eşit sürmüş olmalıydı, takribi. İniş süreleri de aynı olacaktı muhtemelen. O vakit, daire kapısını açmaları için harcayacakları süre kadar vakti vardı, yeterince uzaklaşabilmek için… Yani, azami on beş saniye… Saniyeleri saymaya başlarken araladı sokak kapısını.

“Bin bir… Bin iki… Bin üç…”

Aldığı darbe sonucu bayılmadan önce, belli belirsiz bir sima gördü. Sokak lambasının ışığını yansıtan yarım pardösüsü, yüzünden daha ak olan…

* * *

“Bin dört… Bin beş… Bin altı…”

Suratının yarısından çoğunu kaplayan maskeye rağmen; kırılan bir vazonun özensiz yapıştırılmış parçası gibi eğreti durdu, yüzüne yapıştırmak istediği sevimli ifade. Sayıklamaya başladığına göre, uyanmak üzere olmalıydı emaneti. Göz kapakları da kıpırdamaya başlayınca, yanılmadığını anladı.

“Açıl susam, açıl…”

Bin bir gece masallarının, kaçıncı gecesinde anlatılmıştı “Ali Baba ve Kırk Haramiler” masalı bilmiyordu? Fakat başı omuzlarına ağır gelen bir “Kasım”, bir adım ötesinde, savunmasız yatıyordu. Bedeninin, dışarıya açılan penceresi olan gözlerini açmasını sabırsızlıkla beklerken, o yapmacık ifade de silindi yüzünden. Ona kalsa…

Nihayet;

- Neredeyim ben? Nidası çınlattı odayı.

- Bir hastane odasındasınız elbette Tuğrul Bey. Pandemiden ağır şekilde etkilendiğiniz için entübe edilmiş, uyutuluyordunuz.

Yattığı yerden doğrulmaya çalışırken, daha bir dikkatle baktı, doktor olduğunu düşündüğü şahsın yüzüne. Yanıldığını anladığında lafı dolandırmadan;

- Yalan söylüyorsun, dedi. Üzerinde, o iğrenç pardösü olmasa da, tanıdım seni.

- Tamam. Beni yakaladın. Fakat kendi sağlığın için daha sessiz olmanı şiddetle tavsiye ediyorum sana.

- Kimsin sen?

- İstediği herkes olabilen biri diyelim… Sen beni “Zincirkıran” olarak bil yeter.

-Ne istiyorsun benden?

- Ben mi? Hiçbir şey… Hatta bana kalsaydın şu anda hayatta dahi olmazdın.

- O zaman?

Üzerindeki beyaz önlüğün cebinden bir enjektör çıkarmasının ardından;

- Çok şanslısın. Şu anları, steril bir hastane ortamında geçirmene izin veren güç bir an evvel taburcu edilmeni istiyor.

- Karşılığında?

- Karşılığında, imha edilen videonun yerine yeni bir video hazırlayacaksın. Elbette fazla uçuk olacak ve önceki videolarının insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi silip atacak. Merak etme... Bedeli de, fazlasıyla ödenecek.

İşin başında nokta atışı teşhisler koyan stratejistlerin, ilerleyen zamanlarda saçmalamalarının nedeni bu olmalı, diye düşündü Tuğrul.

- Hayır, dersem.

- O zaman, diğer cebimdeki enjektörü kullanmak zorunda kalırım.

- Seçeneğim bol yani…

İlk anlardaki olmamış ifadeyi, yeniden yüzüne yapıştırmaya çalıştı sahte doktor;

- Bak! Dedi. Senin gibileri iyi tanırım. İnsanları uyanık tutarak, topluma iyilik yaptığınız zannı hâkimdir sizde. Böylece, el ele vererek her zorluğun üstesinden gelebileceğinizi düşünürsünüz.

- Sebepleri yaratan izin verirse…

- Doğru… İnanç sığınağınız ve dua silahınız vardı birde sizin… Unutmuşum… Peki, hiçbir şey bilmemenin onlar için daha iyi olabileceğini düşündün mü hiç?

- Katıldığımı söyleyemeyeceğim.

- Kendi kararın... Şimdi, bir karar daha vermen gerekiyor. Gördüğün gibi buranın tek bir kapısı var ve o kapıdan ayakta yahut tabutla çıkmak sana bağlı.

Cep telefonunun sinyal sesini işittiğinde konuşmasına ara verdi. Gelen mesajı okuduğunda, yüzünü olduğundan daha çirkin gösteren sahte tebessüm, korkuyla harmanlanmış gerçek şaşkınlığa terk etti yerini.

“Başarısız oldunuz Mr. Doğan…”

Peşi sıra ekrana düşen “Kapı” isimli videonun sadece birkaç saniyesini seyretmesi, çılgına dönmesine yetti.

“Şimdi senin…” diyerek üzerine yürüyen hasmına karşı kendini savunabileceğinden pek emin değildi Tuğrul. Önce bir  “Estağfurullah” çekti, tüm günahlarının affı için. Sonra Şahadet getirmeye başladı, en ufak bir korku belirtisi dahi göstermeden.

Henüz hamlesini yapamadan, odaya dalan sivil iki babayiğit tarafından derdest edilmesi yarım dakika sürmedi sahte doktorun.

- Çabuk bırakın beni. Kim olduğumu bilmiyorsunuz?

- Elbette biliyoruz doğan görünümlü akbaba, dedi içlerinden biri... Seni de... Basiretsizliğin sayesinde, hizmet ettiklerini de…

- Siz kimsiniz?

- Kim olduğumuz mühim değil. Sen bizi, “Devlet” olarak tanırsın. El ele verdiği milletiyle beraber sizin ve size benzeyen tüm virüslerin kökünü kazıyacak olan devlet…

- Gördün değil mi? dedi Tuğrul. Yatağından keyifle doğrulurken… Tetikçisine;

- Bizde kapı çok… Yeter ki, ilkinden içeri adım atmış olalım. Sonrasında, tövbe kapımız da ardına kadar açık, devlet kapımızda… Elhamdülillah…

 

Faruk Yılmazer