16 Kasım 2019 Cumartesi

Deli, deliyi gördüğünde, değneğini saklarmış


Nasreddin Hoca’ya atfedilen lakin onunla alakası olmayan bir fıkra var ya hani;
Adamın teki, ununu öğütmek için değirmende sıra beklerken, önündeki adamın çuvalından kendi çuvalına, avuç avuç buğday aktarıyormuş. Buğdayı çalınan adam durumu fark etmese de, değirmenci fark etmiş.
“Ne yapıyorsun sen?” diye yakasına yapıştığında, adam;
“Ben deliyim” demiş.
“Madem delisin, neden kendi çuvalından diğer adamın çuvalına aktarmıyorsun?” Dediğinde aldığı cevap oldukça manidar;
“O kadar da deli değilim.”
Bu şizofren takımının, neden sadece tesettürlü, mütedeyyin insanlara saldırdığını anlamış olduk böylece…
O kadar da deli değiller. (Sahibini ısıran it, aç kalır. Biliyorlar…)

Mevlana’ya ait hikâyeyi de hemen herkes bilir;
Rivayete göre öğrencilerinden biri Mevlâna'ya sormuş;
- Efendim, bu dört kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?
- Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var. Hepsi rahlelerine eğilmiş. Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım.
Öğrenci gitmiş birincinin ensesine bir tokat aşketmiş. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlâna'nın öğrencisini yere yıkmış. Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var. Yaradana güvenip ikinciye de bir tokat aşketmiş. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş. Öğrenci devam etmiş üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş. Öğrenci Mevlâna'ya dönmüş, olanları anlatmış.
- Birinci; şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta kısasa kısas olduğu için tokadı yiyince kalktı. Aynısını sana iade etti. 
İkinci; tarîkat kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı tam tokadı iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi. "Sana kötülük yapana bile iyilik yap." Onun için döndü, yerine oturdu.
Üçüncü; mârifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek Yaradan'dan geldiğini bilir, inanır. Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi âlet etti diye, merakından söyle bir dönüp baktı.
Dördüncü; hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile."

Bu sözüm size, şizofren takımı;
Toplumun büyük kesiminin, henüz birinci kapıyı geçmemiş olduğunu göz önünde bulundurun ve kaos çıkarmak adına yaptığınız bu saldırıların bedelini bir gün çok ağır ödeyebileceğinizin hesabını yapın.
Deli, deliyi gördüğünde, değneğini saklarmış. Vallahi o an, değneği nerenize saklayacağınızı şaşırırsınız.
Bir hikâye daha anlatayım mı?
Neyse, uzatmanın gereği yok.
Siz, bu köyde taşların bağlı olmadığını bilin yeter…

Faruk Yılmazer

10 Ekim 2019 Perşembe

Zaman Savaşı (Makale)

Milletimizin malum kesimi hariç, herkes her şeyin az da olsa farkında sanırım…
ABD’nin ve Avrupa’nın, tek düşmanımız olmadığının…
Rusya’nın ve İran’ın, dostumuz olmadığının…
Yine, Trump’ın…

Bizim, bizden başka dostumuz olmadığını dile getiren Cumhurbaşkanı’nın bu söylemi, puzlenin eksik parçalarını yerine koyamayanlar için bir ipucu aslında.
Patriot adını verdikleri hava savunma sistemlerini bize satmak istemeyen ABD, bu ihtiyacımızı Rusya’dan alacağımız S400 ler ile gidermek isteyeceğimizi bilmiyor muydu? Yoksa bizi Rusya ile yakınlaşmaya mecbur etmeye mi çalışıyordu?
Peki, neden ABD dublör kullanıyor?
Kim bilir? Belki de, Irak’ta eskiyen yüzünü, kötüleşen imajını unutturma hamlesidir bu…
Rusya neden kabul etti?
Bunu anlayabilmek için, Rusya’nın 2014 yılında yaşadığı büyük ekonomik krize kadar gitmek lazım. Amerika ve Avrupa ile anlaşmadan bu krizi aşmalarının mümkün olmadığını anlamalarının… Ortodokslarla anlaşma yolunu seçen Vatikan’ın arabuluculuğunun…
Ortadoğu için, iyi polis ve kötü polis rollerinin paylaşıldığı ortada… Amerika’nın, İran’a uyguladığı ambargo ile Çin’i,  ihtiyacı olan petrolü Rusya’dan almaya mecbur bırakmaya çalışması bunun en açık delili. Aşılan kriz, Putin İsminde bir lider doğurdu Rusya’da…
Anlaşmanın, ekonomik krizden kurtulmanın haricinde artıları var mıydı Rusya için? İdlib çevresindeki verimli tarım arazilerinin gıda konusundaki dışa bağımlılığını azaltacağı gerçeği, Lazkiye limanında demir atması bu soruya cevap olur sanırım.
Yeterince çekilebilme mesafesi olanlar, büyük resme bakabilenler bu savaşın adını koymuş aslında.
Zaman Savaşı…
En başta da dediğimiz gibi; herkes, her şeyin farkında…
Herkes, karşı cephenin kendi planlarını bildiğinin de farkında…
Merak etmeyin, devletimizde her şeyin farkında. Patriot’da alabiliriz mesajı… Huawei’ye, dolayısıyla Çin’e destek… Papaz olayı… Hep bu farkındalığın sebep olduğu zaman satın alma hamleleri…
Vur kaç taktiği uygulayan teröristlerden kurulacak ordunun, Türk ordusu karşısında tutunamayacağı gerçeğinin de farkındalar. Belki bu da, onların zaman satın alma taktiğidir. Lakin yüzyıldır paslanan kılıcın, bu vesileyle bileneceği gerçeğini göz ardı ettiler.
Evet, Türkiye bir güç… Kendi hava savunma sistemini kendi ürettiği gün, süper güç halini alacak ve onlar için bir tehdit haline gelecek. Yakın inşallah… Özellikle, Rusya gerçek yüzünü göstermeden önce bunu başarmamız şart.
Çok çalışacağız ve en büyük silahımız olan duayı dilimizden asla düşürmeyeceğiz. Bir de, kripto beşinci kolculara dikkat…

"Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh;
Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-ü salâh."
(Şayet barış istiyorsan, savaşa hazır ol.)
Abdülhak Molla

Barış Pınarı Harekâtı, çağlayana dönüşsün inşallah.
“Sana secde eden Ordularına yenilgi gösterme Allah'ım.
Ya Rabbi sen Ordumuzu Muzaffer kıl!
El-FETTÂH ismin HÜRMETİNE.”

Yazıyı sonlandırdığımda karşılaştığım haber;
BM Güvenlik Konseyi Türkiye'yi kınamak için toplandı ama kınama kararı alınamadı. Rusya ve ABD kınamaya karşı oy kullandı.
Hala zaman var…
Ne demişti Bilge Kral Aliya İZZETBEGOVİÇ : "Tabuta konmuş da olsa, toprağa gömülmediği sürece Türkler tek güvencemizdir."
Devam inşallah…

Faruk Yılmazer

7 Eylül 2019 Cumartesi

Su-i zan


Görüntüyü güzelleştirmek adına, boyanarak kulübe görüntüsü verilen elektrik trafolarını mescit zanneden milletvekili ile…
Ekonomi sınıfı hizmet araçlarını, makam aracı zanneden belediye başkanının gafları kıyasıya kapışır bence…

Faruk Yılmazer

1 Eylül 2019 Pazar

Çapa (Hikaye)


Çalışma masasını yasladığı duvardan gelen sesi işittiğinde, tarifsiz bir huzur kapladı içini. Yüzünü kaplayan gülümseme eşliğinde çalışmalarını kaydederken, “Valide sultan keyif çayı yapmış…” Diye mırıldandı. Altı ay önce ayrıldığı baba ocağının, kendisine tahsis edilen çatı katını bu kadar özleyeceğini bilse… Ve dahi, tüm geride bıraktıklarını…

Kahvaltı hazır…
Bakkala gidebilir misin?
Babanla birlikte akşam çayına bekliyoruz…

Tüm bunlar ve daha fazlası; annesinin seslenmeden, yalnızca alt kat duvarına vurarak meramını anlatabilme cümleleriydi. Aylar önce misafiri olan bir dostu, şahit olduğu bu durumu önce Mors alfabesine benzetmiş; sonra, “Yok, yok… Siz, resmen kendinize ait bir “Duvar Dili ve Edebiyatı bölümü kurmuşsunuz.” diyerek, uzunca bir süre gülmüştü.


* * *

“Gitme” demişti babası… Yaklaşık altı ay önce, almış olduğu iş teklifini değerlendirmek için aile üyeleriyle yapmış olduğu istişare de;
“Gitme. Üzerler seni...”
Ve bir çırpıda anlatmıştı yaşayabileceği tüm olumsuzlukları.
Birlikte içecekleri akşam çayında, “Tüm tespitlerin, nokta atışıydı.” itirafını yapmasa bile; sezonun bu en yoğun zaman diliminde İstanbul’da olması yeterliydi babası için, “Biz bu saçları, değirmende ağartmadık…” cümlesiyle başlayacak konuşmasını yapmaya…
Karıştırdığı çayından, ilk yudumu çektiği halde “Hadi anlat bakalım Erdinç Efendi!” cümlesinin, kulaklarında çınlamamasına hayret etti. Kafasını kaldırıp yüzlerine baktığında, annesinin mütebessim çehresi ve babasının meraklı bakışlarıyla karşılaştı. Anlaşılan o ki; annesi tarafından, “Çocuğun canını sıkma sakın…” diye,  ikaz edilmişti babası.
Yönetici olarak çalıştığı otelin, daimi müşteri olan bir işadamı Güney sahillerinin birinde bir tatil köyü satın aldığını söylemiş ve başına geçmesini teklif etmişti Erdinç’e, altı ay önce. Bir süre düşündükten sonra, kariyeri açısından bulunmayacak bir fırsat olduğuna karar vermiş; babasının, düzenini bozmaması adına yaptığı tüm ikazlara rağmen tatil köyünün yolunu tutmuştu.
Geride kalan yarım yıllık zaman dilimi, babasının ne kadar haklı olduğunun ispatıydı. Zaten ne zaman haksız çıkmıştı ki?
Daha ikinci bardağa geçmeden anlatıvermişti, yaşadığı tüm olumsuzlukları. Odalar, zamanında temizlenemiyor… Müşteriler, yeterince eğlendirilemiyor… Servislerde istikrar tutturulamıyor… Yemekler, istenilen lezzette olmuyordu. Kısacası, yetişemiyordu.
Konuşması bittiğinde, “Ben demiştim…” diye, söze başlamasını bekledi babasının bir süre. Lakin beklediği gibi olmadı. İkazı, sağlam almış olmalıydı.
- Peki, hiç mi olumlu tarafı yoktu? Dedi annesi, gülümsemesini hiç bozmadan.
İnsanların, yüzlerinden okuyabildiği mutlulukları ve kendine ayırabildiği nadir zaman dilimlerinde, yaşadığı güzellikler canlandı gözlerinin önünde. Aslında memnundu orada olmaktan ve çoğu insan gibi, âşıktı o da, denize. Memleketin, cenneti andıran bir köşesinde olmak, herkese nasip olmuyordu neticede…
- Olmaz mı?” Dedi. Bir sürü… Hele ki tekneyle, o muhteşem maviliğe açılmak yok mu? Vakit buldukça…
- Ayrılma isteğini, patronuna bildirdin mi? Diye sordu bu kez annesi.
- Hayır. Yarın, Levent’teki ofisine giderek yüz yüze konuşmak istiyorum.
- Anlıyorum. Bak ne diyeceğim…
Kurduğu son cümle, “Şimdi bütün dikkatini bana ver.” komutuydu annesinin, gayrı resmi…
- Dinliyorum anne.
- Kararını bildirmek için acele etme. Yarın, tatil köyüne birlikte gidelim kısmetse. Belki dışarıdan bir gözün, tüm bu olumsuzlukların neden yaşandığını görmesi daha kolay olur. Olmadı, bir tatil köyünde tatil yapmak nasıl oluyormuş, onu göstermiş olursun, bu yaşından sonra annene…
Yıllarca eğitimini aldığı bir işte, kendisinin göremediği neyi göreceğini bilmese de annesinin, itiraz etmedi. Babasına karşı yaşadığı mahcubiyeti, annesine karşı da yaşamak istemiyordu.

* * *

Yalnızca, ayakkabılarının yıpranmış topuk üstüne bakarak, birkaç tembel personeli ilk günden tespit etmişti yaşlı kadın. Her annenin bildiği bir durumdu bu. Çocuklar, bağlamaya üşendikleri için, bağcıklarını çözmeden geçirirlerdi ayakkabılarını ayaklarına. Bu da topuk üstünü aşırı yıpratırdı. Çocuklar için normal sayılan bu durum, yetişkinler için “iş yapan”  değil, “yapar görünen” bir kişilik geliştirdiklerinin ispatıydı.
İkinci gün; servis yapması gereken kişi sayısındaki eksikliğin, yapması gereken işi bir diğer arkadaşına emanet ederek, gönlünü çaldıkları müşterilerle sahilde vakit geçiren personelden kaynaklandığını gördü.
Sonraki günlerde, mutfak için alınan malzemelerin yağlı kısmının, nasıl taşındığını gördü; belli birkaç personel tarafından, kendi evlerine.
En ilginç diyalog, müşterileri eğlendirmekle görevli ses sanatçısı ile arasında geçmişti, yaşlı kadının. Sosyal medya denilen sanal ortamda, üç milyon takipçisi olmasıyla övünen sanatçının sesi çok iyi olmadığı gibi sürekli aynı şarkılarla tırmalıyordu müşterilerin kulaklarını.
“Bak oğlum!” Demişti yaşlı kadın. “Sürekli aynı şarkıları dinlemek insanları sıkar. Arada değişiklik yap.”
“Kayıtlarda yalnız bu şarkılar var. Yeni repertuar hazırlamam için İstanbul’a gitmem ve bir süre kalmam gerekir.” Cevabını almıştı, bu eleştirisi üzerine.
“Boş ver kaydı. Çık sahneye, canlı söyle…” Dediğinde aldığı cevap;
“Ama ben canlı söyleyemiyorum ki…” Olmuştu.
Anlaşılan o ki; özel cihazlarda sesi süzülmeden şarkı söyleyemeyen, çevresi gibi sesi de sanal olanın bir katkısı olmuyordu işletmeye.
Hafta sonu geldiğinde, işe zaten kendinin almamış olduğu birkaç personel değişiminin, işleri nasılda yoluna koyduğunu hayretle temaşa eylemişti Erdinç. İhtiyar kurtların hayat tecrübesi, dirsek çürüten tüm öğretilere baskın çıkmıştı. Bir hafta daha kalması için dil dökmesine rağmen, kesin bir dille reddetmişti annesi bu isteğini. Babası İstanbul’da yalnızdı ve yapacak işleri vardı. Tek dileği, anlata anlata bitiremediği o muhteşem maviliğe gözleriyle şahit olacağı tekne turuydu.

* * *

Maviliğin ortasında, “Nasıl oldu bu iş?” cümlesine sığdırılmış, geniş açıklama bekleyen o soruyu sordu annesine Erdinç…
Ortamın tadını çıkarmak adına, tekneyi sabitlemek için denize salınan çapayı işaret etti yaşlı kadın, cevaben. Ve yine o huzur veren gülümseme kapladı çehresini.
Anlamıştı Erdinç…
En başından beri güverteden bakmıştı olaya… Yer de, gök de maviydi. Olmasını istediği gibi…
Babası: koruma içgüdüsüyle tabanından bakmıştı teknenin, sürekli… Derinliği görmüştü hep, verdiği ürpertiyi… Korktuğu gibi…
Çapa olabilmekte saklıydı aslında tüm cevap…
Kimi zaman, teknenin kucağında temaşa etmeliydi maviliği…
Kimi zaman, denize salınıp hissetmeliydi. Derinliği… Tehlikeyi…

Beton duvarı dillendiren anne yüreği; teşhisi, en başında koymuş. Bulmuştu tedaviyi…

Faruk Yılmazer

Ağustos Gitti


Başımız sağ olsun demeye, serin tutma gereğimiz engel.
Aman ayaklara dikkat! Gönül ferahlığıyla, seneye de dön gel.

Faruk Yılmazer

24 Haziran 2019 Pazartesi

SU (Hikaye)


“Beyazdan, beyazı sıyırmak ne mümkün?” Diye mırıldandı, gökyüzünden ayırmadan önce gözlerini...
Denize, köpük çiziyordu sanki bir ressam…
Fala yenik düşmüş papatyaya, yaprak…
Tarlaya, pamuk…
Travertenlere, kar…

Rahmetli annesi düştü aklına…
Kasnağa sıkıştırdığı kumaş kadar maviydi, gökyüzü…
Beyaz bulutlar, desen…
Mavisine bıraktığı izler kadar; beyazına gizler bırakan yolcu uçağı, mekiği olmalıydı. Düş oya’layan…

- Efendim…
Yakın korumasının sesini işittiğinde, bedeninin bulunduğu ortama aktı düşünceleri. Korumanın yüzündeki şaşkın ifadeyi görünce gülümsedi. Dudaklarından, istemsiz dökülen cümleye kulak misafiri olmuş; aklından geçenleri okuyamadığı içinde, şaşırmış olmalıydı. İsminin okunduğunu duyduğunda, yanıldığını anladı. Kaç dakikadır kopuktu kim bilir, gerçeklikten? “Yanıldığım konu, tek bu olsun.” Diye mırıldandı, hedefine yöneldiğinde.

“Şimdi, Teknoloji ve Sanayi Bakanımız, Sayın…”
Koruma;
- Efendim. Kürsüye bekleniyorsunuz.
Ağır adımlarla kürsüye doğru ilerlerken, “Bu manzara, insanı şair yapar.” düşüncesi geçti aklından.
Sahi, hangi tepesinden bakmıştı şair, İstanbul’a? Cevabı bilmediğini fark etti, hafızasını yokladığında. Kendisi gibi; insan yapımı bir gökdelenin, açık hava toplantı salonu olarak tasarlanmış teras katından olmadığı kesindi en azından.
Selamlama faslını kısa tuttu, kürsüye çıktığında. Düşük dozlu siyasi mesaj, bu tarz törenlerin olmazsa olmazıydı. Nihayetinde, asıl mevzua geçti;   

- Biliyorsunuz. Bundan tam altı yıl önce, yirmi dört saati bile bulmayan bir zaman diliminde sevinçle hüznü ardı ardına yaşadık. Akşam saatlerinde, kuruluşu resmi olarak açıklanan Türkiye Uzay Ajansı haberlerine sevinirken; sabahında, Ankara’da yaşanan hızlı tren kazası sebebiyle ülke olarak yasa boğulduk. Ve o kazada, birçok vatandaşımızın yanı sıra, kurum için çok önemli bir bilim insanımızı da kaybettik.

Bakışlarını, davetlilerin üzerinde gezdirirkenki sessizliği, hayatını kaybeden vatandaşlar için saygı duruşuydu bir nevi. En azından, ortamdaki insanların anladığı buydu.

- Detaylara girerek sizleri sıkmak gibi bir niyetim yok. Ancak o gün anladık ki; bu işte de, çok rahat bırakılmayacağız. Elbette bu, bizi caydırmak yerine daha çok kamçıladı. Kurumu geliştirmek ve bilim adamlarımızı korumak için mümkün olan tüm tedbirleri aldık. Ajansın, altıncı kuruluş yıldönümünü kutlamanın yanı sıra, büyük bir başarıya imza atmış bilim adamlarımızı ödüllendirmek için buradayız bugün. Bu da, başarılı olduğumuzun açık ikrarı aynı zamanda…


           
* * *

“Aslında, insanlar ile insan eliyle üretilmiş robotların, uzayda birbirleriyle savaştığı meşhur bilim kurgu dizisinden aldım ilhamımı…” Cümlesini yazdı masanın üzerindeki beyaz kâğıda…
Unutmamak için… Alelacele…
Kalem elinde, kâğıt önünde, neredeyse bir saattir düşünüyor olmasına rağmen kurabildiği tek anlamlı cümle buydu giriş için ve fena da durmamıştı.
Nasıl devam etmeliydi?
Etten ve kemikten yaratılmış insanoğlunun, tamamen metal; metalden yapılmış yapay zekâlı robotların, organik savaş gemileriyle karşı karşıya geldiği o eski bilim kurgu diziden bahsederek mi?
Yoksa dünya hayatının bir rüya olduğuna bizden daha hâkim olan küresel güçlerin, kendi rüyalarını yazarak yaratıcıya meydan okuma hadsizliklerinden mi?
Kurguladıkları senaryolarla, insanları olduklarından daha güçlü olduklarına inandırmalarından… Sahte ve abartılmış başarılarından… Etki altına almalarından… Köleleştirmelerinden…
Belki de direk kendinden, ekibinden ve başardıklarından bahsetmeliydi.

Uzun süredir elinde durduğu için parmağına iz yapmaya başlayan kalemi, masanın üzerine bırakarak başını ellerinin arasına aldı. Saçlarını, yolunmasına aldırmadan parmaklarının arasından kaydırırken “Bu kadar zor olmamalı…” diye söylendi. “Alt tarafı on dakikalık bir konuşma…”
Masanın kenarında duran pet şişeye uzandı eli. Boğazı da, en az kalemi kadar kurumuştu. Kuraklığının birine çare bulmuş olmanın verdiği gevşemeden olsa gerek, o istemsiz cümle döküldü dudaklarından;
“Keşke burada olsaydı.”
Sağına soluna bakınmasının ardından, kurduğu cümlenin, kendi kulaklarından başka şahidi olmadığını anlayarak rahatladı. Oda da yalnızdı.
“Gerçek bu…” diye devam etti. “Bu işlerde hep benden daha iyi oldu. Eğer burada olsaydı, yazacağı kısacık metnin içine neleri sığdırırdı kim bilir?”

Batıya atılan çalım…
İlham aldıklarının, meydan okuyan kibirlerinin yerini alarak, sonuca ulaştıran gözlem ve teslimiyet anahtarı…
Kaplumbağaya kaybetmek üzere olan tavşanın, uyanarak yeniden yarışa dâhil olması…
Ve nihayet;
Uzay yolculuklarında yaşanan en büyük probleme, ürettikleri sürpriz çözüm…

Tüm bunları, yazmak için çabaladığı konuşma metninin içine sığdırırdı kesin. Hatta daha fazlasını…

Daha fazlası;
İstediğinden…
Olması gerekenden…

Tartışmalarına tüm bunlar sebep olmamış mıydı zaten? “Evet. Kendilerini gösterdikleri kadar değil…” Diyordu. “Ama yinede güçlüler. Plan yapıyor ve planlarına sonuna kadar sadık kalıyorlar. Ve satın alınacak kimseleri bulma, sızma konusunda oldukça mahirler. Bu bir memleket meselesi… Kimseye güvenmeyin.”
“İşler artık eskisi gibi değil.” Diyerek cevaplamıştı onu, zoraki bir gülümsemenin ardından. Güvenlik, en üst seviyede… En fazla ne yapabilirler ki?”
Kabullenemiyordu. O bir yakıcıydı ve yakıcı bir hırs bürümüştü benliğini, yüz küsur yılın hesabını sormak isteyen. Ve bu yolda büyük bir adım atmıştı.
İşittiği son cümle gizem doluydu;
“Bak!” demişti kardeşi; “İçi para dolu, mühürlü bir tren İsviçre’den yola çıkarak, savaşın ortasından durdurulmadan, zarar görmeden geçebiliyorsa ve o paralarla, köylülerden oluşan bir ülkede, işçi devrimi yapılabiliyorsa…”


İki bin on sekiz yılının, yeni yıla göz kırpmaya başladığı Aralık ayının ikinci haftasında, diğer tüm alanlarda olduğu gibi uzay sanayinde de söz sahibi olabilmek için Türkiye Uzay Ajansı resmi olarak kurulmuştu. Son yıllarda yapılan başarılı hamlelerle dünyanın hayretle izlediği bir ülke haline gelen Türkiye, çıtayı en yükseğe koyarak dosta güven aşılamaya, düşmana korku salmaya devam edeceğinin de sinyalini vermişti, bu adımıyla.
Ajansın, kuruluşunun açıklandığı akşamın sabahında, Başkent’te yaşanan hızlı tren kazasını bu olayla ilişkilendirmek aşırı zorlama gibi görünse de; astronomi profesörü Berahitdin Albayrak’ın, kazada yaşamını yitirmiş olması, kafa yoranların aklına “Acaba sabotaj mı?” sorusunu düşürmüştü.
Görevlilerin, ilk sorgulamaları esnasında verdikleri “hatırlamıyoruz” cevapları üzerine; o vakitlerde Edebiyat Fakültesi birinci sınıf öğrencisi olan kardeşi Suat, aşırı komplo teorileri içeren bir kurgu hikâye yazmıştı konu hakkında. Üstelik yazdığı hikâyeyi bir edebiyat dergisinde yayınlatmayı bile başarabilmişti.
İşin gerçeği; yaşanan kazanın sabotaj olduğuna, Osman’da en az kardeşi Suat kadar inanıyordu. Fakat o bir bilim adamıydı ve olaylara komplo teorisyenlerinin baktığı açıdan değil, bilimsel bakmayı tercih ediyordu. Hem artık güvenlikleri, kurum elemanlarının dahi kim olduklarını bilmedikleri profesyonel bir ekip tarafından sağlanıyordu. Gereksiz endişe ediyordu, kardeşi.
Ve evet. O bir bilim adamıydı. Çeşitli dallarda çalışmalarını sürdüren kurumun, en genç bilim adamı… Bir biyolog.

Ekibiyle birlikte, uzun bir süre akrepler üzerinde çalışmıştı. Radyasyondan etkilenmeyen bu eşsiz canlıların sırrı, zırhlarında gizliydi. Bu zırhın taklit edilebilmesi üzerine yaptıkları yoğun çalışmalar neticesinde radyasyondan etkilenmeyen kaplama malzemesi üretebilmeyi başarmışlardı. Malzemenin, sıvı olarak üretilebilmesi, kullanımını gayet pratik hale getiriyordu. İnsanoğlu, bir gün başka gezegenlere insan gönderebilmeyi başarabilirse eğer; yolculuğa en büyük engel, keşifleri sayesinde ortadan kalkmış olacaktı.
Uzay yolculuklarının en büyük sorunu olan radyasyon kuşaklarından, yanmadan geçebilmeyi, nükleer tesislerdeki sızıntılardan etkilenmemeyi sağlayacak olan bu keşfin, Türk bilim adamları tarafından yapılması; ülkeye, yeniden gıpta ve kıskançlık nazarı ile bakılmasına sebep olmuştu. Henüz kimse, ekonomik getirisinin ne kadar olacağının hesabını dahi yapamıyordu.

Oda kapısının çalındığını işittiğinde düşüncelerinden sıyrıldı. Başını o yöne çevirdiğinde, aralanan kapının ardındaki babasının gülümseyen bakışlarıyla karşılaştı.
- Osman. Hala çalışıyor musun evladım?
- Evet baba. Konuşma metnini hazırlamaya çalışıyorum. Malum, tören gününe fazla zaman kalmadı.
- Tamam. Ama fazla yorma kendini.
- Merak etme baba.
İhtiyar adamın, kapıyı çekmek için uzattığı eli, bir anlığına havada asılı kaldı. Yüzüne yapıştırdığı, söyleyeceği sözlerin o anda aklına geldiği ifadesi inandırıcı gelmedi Osman’a. Ne diyeceğini, aşağı yukarı tahmin edebiliyordu zaten.
- Suat’ı aradın mı? Belki o, bu konuda sana yardımcı olabilir.
- Hayır, baba. Aramadım. Bu, kendi başıma halletmem gereken bir iş.
Birden ayaza kesti odanın atmosferi. Gerilen yüz hatlarını gizleme konusunda zorlandığı belli olan ihtiyar adam, “anlıyorum” dedikten sonra sessizce geri çıktı.
Hayır. Aramamıştı. Aramayacaktı.
İşin aslı; saldırgan tavırlarıyla bir tatsızlık çıkarmaması için, törenden uzak tutmaya çalışıyordu kardeşini. Aralarındaki basit tartışmayı gereksiz uzatarak buna zemin hazırlamışken, yardımını isteyerek, törenden önce aralarının düzelmesine izin veremezdi.
Daha iki hafta evvel, uydu sisteminde oluşan bir arızayı gidermek için gelen görevliyle onu beş dakika baş başa bırakmış; döndüğünde, aralarında tartışma çıkan adamı hastanelik ettiğini görmüştü. Polisinde müdahil olduğu bu kavgadan, tutuklanmadan sıyrılmasına hala hayret ediyordu Osman…

* * *

Farklı renkler bulamayacağının idrakinde olsa da, farklı tonlara bile ram olacak bakış açısıyla inceledi karşısındaki krem rengi duvarı.
Biraz gölge… Biraz umut…
Ama yoktu.
Ağırlıklarından kurtulan gözkapaklarını, gönüllü kapatması da fayda etmedi. Gitmişti. Oysa tırmandığı, doruğundan salınan ebruli halatı görse razıydı, yeniden. Olmadı.
Tam da ulaşmak üzereydi, gökkuşağı ülkesine…
Uykuya dalmadan önce dinlediği son şarkı mıydı acaba yorumsuz rüyalarına bir yenisini ekleyen?
“Biraz gerçek, biraz rüya…”
Yoksa o hayal kıran; yosundan dahi yoksun denizler, tersine akan nehirler ve balıksız akvaryumların ardından, umuduna can suyu muydu? Allah bilir…
Can suyu… Can… Su…
“Evet, su…” Diye mırıldandı. Öncekilerden bağımsız değildi belki de rüyası. Bir damla da olsa, su değil miydi ışığı kıran, göğü yedi renge boyayan?
Eşinin sesini duyduğunda yattığı yerden doğruldu.
- Halil…
Seri adımlarla oturma odasına geçtiğinde ayakta buldu onu. Elinde duran çubuk şeklindeki bir nesneye odaklanmış, gözünden yaşlar süzülüyordu.
- Pozitif Halil. Pozitif.
Gözleri, nemden başka, umuda da ev sahipliği yapıyordu artık…
- O, kurtulabilir.

Otuz küsur yıl önce gördüğü bir rüyayı ve o rüyanın ardından yaşadıklarını hatırlamıştı Halil Safi, büyük oğlunun yanından ayrılırken. Gözleri nemlendi. İki evladı arasında, bir hafta önce yaşanan tartışmanın ardından başlayan ve hala devam eden gereksiz dargınlık, onu ve eşi Hatice’yi ziyadesiyle üzüyordu.
Yeniden geçmiş zamana aktı düşünceleri;
Doksanlı yılların başlarında; çocukluk hayali olan cerrahlık unvanına kavuşmuş, sevdiği kadınla yuva kurmuş ve mutlulukları Osman ismini verdikleri evlatlarıyla taçlanmış bir aile reisiydi Halil Safi. Genç yaşına rağmen kısa sürede kendini ispatlamış, riskli ve uzun süreli ameliyatların vazgeçilmezi olmuştu görevli olduğu hastanede.
Çok çalışıyor, okuyor, araştırıyor; dostlarının, “biraz hız kes” uyarılarına kulak asmıyordu. Bu haliyle en çok kendini tükettiğini biliyordu ama iyi bildiği bir gerçek daha vardı.
O da; birileri yanmadan, birilerinin asla aydınlığa ulaşamayacağı gerçeği.
Bir yanıcıydı o. Toplum menfaatine kendini tüketen. Son gelişmeler katbekat artırmasaydı yanışını, memnundu halinden. Suya yazılmış rüyaları, harını almak için miydi bilemese de, yazılmış bir kaderin yolcusu olduğunu gayet iyi biliyordu.
O rüyalar ki; okyanustan, damlaya dönüşen…

*

Eşi, odaya girdiğinde açık olan televizyonda sunulan haberleri seyrediyordu Hatice Hanım. Bakışlarını ekrandan ayırmadan;
- Bütün kanallarda oğlumuzdan bahsediyorlar, dedi neşeli bir ses tonuyla.
- Öyle mi, dedi Halil Safi?
Bunca yıllık hayat arkadaşının, ses tonundaki kırgınlığı fark etmeme ihtimali yoktu Hatice Hanımın;
- İyi misin hayatım?
- İyiyim canım. İyiyim. Biraz canım sıkkın sadece…
Bildiği bir “neden”i, sormaya ihtiyaç duymamıştı yaşlı kadın. Eşini nasıl teselli edeceğini düşünürken, yüzündeki neşe, yerini düşünceli bir ifadeye terk etti;
- Boşuna üzülüyorsun hayatım. Onlar kardeş. Üstelik ilk kavgaları değil ki bu. Eminim birkaç gün içinde barışırlar.
Yaşları geçiyor olmasına rağmen, evlilik yolunda henüz bir adım atmayan iki kardeş arasında sıklıkla yaşanan tartışmalar, aile için sıradan bir durumdu aslında. Son seferi farklı kılan; iki kardeşten biri için çok önemli olan bir günde, diğerinin yanında olmayacak olmasıydı. Üstelik biri; diğerine, hayatını borçluyken…
Hatice Hanımın düşünceleri de, eşininkiyle aynı zaman dilimine aktı;

Ayaklarını, gezegenin dönüş hızına uydurmuş; karanlığın çöktüğü bölgelere sürekli bir yolculuk halindeydi sanki Hatice öğretmen, son zamanlarda.
Hep gece… Hep hüzün…
Ama o gün, öğrencilerinin dahi dikkatini çeken bir farkındalık vardı duruşunda. Sevinç değildi belli. Ama hüzün çizgileri de yitirmişti kaviliğini. Bir sentezdi belki de. Biraz sevinç, biraz hüzün… En doğru teşhis “umut” olmalıydı.
Edebiyat 11- A sınıfında da farklılık vardı aslında aynı gün. Yoklama fişinin son üç hafta gediklisi Ahmet’te derse katılmıştı. Hatice öğretmen sınıftan içeri girdiğinde, oturduğu sıradan destek alarak ayağa kalkmış, iki tarafında gözleri parlamıştı bakışlar birleştiğinde.
- Hoş geldin Ahmet.
- Teşekkür ederim öğretmenim.
- İstirahat sürenin daha uzun olduğunu zannediyordum.
- Öyle öğretmenim. Ama baktım ki, koltuk değnekleri yardımıyla da olsa yürüyebiliyorum. Derslerden geri kalmak istemedim. Ve size daha fazla zahmet vermek...
 Geçirdiği trafik kazası sonucu okulundan ve derslerinden bir süre ayrı kalmıştı Ahmet. Bu zaman zarfında en sadık ziyaretçisi de Hatice öğretmen olmuştu. Kendisinin ve öğretmen arkadaşlarının işlediği derslerin notlarını genellikle kendi; müsait olmadığı zamanlarda da, bir sınıf arkadaşı vasıtasıyla ulaştırıyordu Ahmet’e. Oysa kendi derdi, kendine fazlaydı bile… Lakin eşi Halil gibi yanıcıydı o da; mum misali, aydınlatırken tükenen…
Lösemi… Henüz beş yaşındaki oğlu Osman’a yakıştıramadıkları hastalık tüketiyordu genç kadını. İçinde bulundukları günün sabahında bünyesine zerk olan küçücük umut, uzun süredir derslere katılamayan öğrencisini gördüğünde tavan yapmıştı. Güzellikler her zaman vardı. Umudu, dilinden düşürmediği dualarla desteklemekten başka bir şeyde gelmiyordu zaten elinden.

* * *

Yüksek esneme özelliğine sahip cam duvarlarla rüzgârdan soyutlanmış toplantı salonunun, pek çok kesimden konuğu vardı. İş adamları, siyasetçiler, bürokratlar, ordu mensupları, gazeteciler… Ve neredeyse hepsi, ülkenin istikbaldeki hedeflerine ulaşılması yolunda elini taşın altına koymuş önemli insanlardı. Çeyrek asrı bulan zaman diliminde gerçekten büyük yol kat edilmiş; yüzyılları aşan ikinci fetretin kayıpları, asgariye indirilmişti.
Türkiye Uzay Ajansı’nın kuruluşunun altıncı yılını kutlamak ve “Radyasyon Kalkanı” adını verdikleri projenin altından başarıyla kalkan Osman Safi ile ekibi için düzenlenen ödül töreni nedeniyle bir araya gelmişti tüm bu insanlar.
Katılımın, özel davet gerektirdiği toplantıya, farklı amaçlarla sızanların olması da muhtemeldi. Bu sebeple güvenlik en üst düzeyde tutulmuş, karadan ve havadan sürekli gözlem altında tutuluyordu başını bulutlara değdirmeye çalışan büyük bina.

Teras katın korkuluklarıyla, cam bölme arasındaki balkon boşluğunda bir tam tur attı genç adam, Aralık ayının ve bulunduğu yüksekliğin keskin soğuğuna aldırmadan. Dört köşesinde de kimlik göstermek zorunda kalması, güvenlik için ihtimam gösterildiğinin ispatıydı.
Sona yaklaştığında, cam bariyerin arkasındaki dalgın bakışların sahibini gördü ve son diyaloglarını hatırlayarak gülümsedi.

- En yakınındakini bile ikna edememişken, beni ikna edebileceğini sana düşündüren nedir?
- Emin değilim. Ama zaten gönüllü yaptığım bir iş için beni maaşa bağlamış olmanızın bunda bir etkisi olabilir.

Az sonra, katılımcıların aşina olduğu ünlü bir yüzün sunumunda program başladı. Devlet kanalında oynayan yakın tarih dizisinde başrolü üstlenen oyuncunun, sunum için doğru bir seçim olduğunu düşündü genç adam. Artık iç bölümdeydi ve motorlu şeffaf kubbenin altına yerleştirilen ısıtıcılar, henüz bedenini değilse de içini ısıtmıştı.
Ortamı süzerken radarına yakalanan yüzün sahibini görünce tekrar tebessüm etti;
- Maalesef, kardeşini bu toplantıdan uzak tutmayı başaramadın sevgili ağabeyim.

Konuşma yapması için kürsüye davet edilen Teknoloji ve Sanayi Bakanı ilk anonsu işitmeyince, ismi ikinci defa anons edildi. Az sonra kürsüdeydi.

- Biliyorsunuz. Bundan tam altı yıl önce, yirmi dört saati bile bulmayan bir zaman diliminde sevinçle hüznü ardı ardına yaşadık. Akşam saatlerinde, kuruluşu resmi olarak açıklanan Türkiye Uzay Ajansı haberlerine sevinirken; sabahında, Ankara’da yaşanan hızlı tren kazası sebebiyle ülke olarak yasa boğulduk. Ve o kazada, birçok vatandaşımızın yanı sıra, kurum için çok önemli bir bilim insanımızı da kaybettik.
Bir süreliğine sessiz kaldı Bakan Bey. Ortamı süzdü. Suskunluğunun sebebinin, aynı endişeleri paylaşmaları olduğunu adı gibi biliyordu genç adam. Yoksa davetli listesine adını kesinlikle ekletmezdi. Göz göze geldiklerinde “Çok zeki bir insan…” diye geçirdi aklından. “Yakın koruma dediğin, en yakınında olmalı, korunanın. Ve bundan bihaber olmalı…” Aksi halde, basit bir uydu tamircisi kıyafeti bile yeterli gelebilir suikast için...
- Detaylara girerek sizleri sıkmak gibi bir niyetim yok. Ancak o gün anladık ki; bu işte de, çok rahat bırakılmayacağız. Elbette bu, bizi caydırmak yerine daha çok kamçıladı. Kurumu geliştirmek ve bilim adamlarımızı korumak için mümkün olan tüm tedbirleri aldık. Ajansın, altıncı kuruluş yıldönümünü kutlamanın yanı sıra, büyük bir başarıya imza atmış bilim adamlarımızı ödüllendirmek için buradayız bugün. Bu da, başarılı olduğumuzun açık ikrarı aynı zamanda…
Konuşmasını tamamlamasının ardından mikrofonu sunucuya uzattı.

- Şimdi, Sayın Bakanımızın takdim edeceği ödülü alması ve bizlere başarı hikâyesini anlatması için Osman Safi’yi kürsüye bekliyoruz.
Birkaç saniye sonra, kürsüdeydi Osman…

- Aslında, insanlar ile insan eliyle üretilmiş robotların, uzayda birbirleriyle savaştığı meşhur bilim kurgu dizisinden aldım ilhamımı…

Hazırladığı konuşma metninin ilk cümlesiydi bu, selamlama faslından sonra gelen. Devam etmeden önce, dinleyicilerin üzerinde gezdirdi bakışlarını. Nerdeyse tamamının yüzünde, bu vatanın bir ferdi olmanın haklı gururu vardı. En çokta anne ve babasının… Bu güzel vatana layık bir evlat yetiştirmiş olmaktan onur duydukları belliydi;
Tebessüm eden çehrelerinden…
Kırpılan bir çift gözden…

Ve…
Kirpiklerinden süzülen, o bir damladan…
Süzülen bir damladan…
Damladan…

Önce, kelime kelime tekrarlandı sükût cümlesi, Osman’ın beyninin çeperlerinde.
Sonra harf harf…

Sadece gurur muydu, babasının gözlerinden süzülen o bir damlaya sebep? Yoksa çoktan unuttuğu bir hikâyenin…

Konuşmasının yazılı olduğu kâğıdı katlayıp cebine koydu.
- Aslında, dedi. Aslında, önce anne ve babama teşekkür etmeliyim, dünyaya gelişimin müsebbipleri oldukları için. Sonra, ilikleriyle birlikte, bana bir hayat bağışlayan ve maalesef şu anda aramızda bulunmayan kardeşime…
Yaşadığı acılarla birlikte hafızasından silinen bu gerçeği, babası hatırlatmıştı yolda. Farklı bir hatıranın, detayı kıvamında… İncitmeden.
Ağabeyinin kurmuş olduğu son cümlenin ardından “O kadar emin olma.” düşüncesi geçerken aklından, bulundukları zemini sallayan şiddetli patlama sesiyle irkildi Suat. Soğukkanlılığını korumaya çalışırken, “İşte korktuğum buydu…” diye mırıldandı. Birkaç hamle sonrası Bakan’ın yanındaydı. Dolayısıyla kardeşinin. Silahına davranan korumayı “Hayır, o bizden biri…” diyerek durduran Bakan’a;
- Asansörleri havaya uçurmuş olmalılar, dedi. Sırada merdivenler olmalı.
Neler olduğunu, Bakan Beyle nereden tanıştığını anlayamayan ağabeyiyle bakışları karşılaştığında, ikinci bir patlama sesi daha duyuldu. Ve bu patlamanın ardından cam bariyerler tuz buz olarak insanların üzerine yıkılmaya başladı.
Bakan; panik havası içindeki insanları, çıkışlardan uzak tutmaları komutunu verdi, güvenlik görevlilerine.
Elindeki telsizden, helikopterlerin yaklaşması komutu vermek isteyen korumayı, “Bunu sakın yapmasınlar.” Diyerek engelledi Suat.
Olduğu noktada üç yüz altmış derecelik bir dönüş gerçekleştirdikten sonra bakışları bir noktada sabitlendi. Gözlem altına aldığı hizmetli kılığındaki kişinin, elinde tuttuğu bir alete başparmağıyla baskı yapmasının ardından üçüncü patlama sesi duyuldu. Bu patlama hepsinden daha şiddetliydi ve dış cephenin bitim noktasından yükselen alevler, patlamanın alt katlarında gerçekleştiğini gösteriyordu. Helikopterler yaklaşmış olsaydı, gerçekten büyük bir facia yaşanacaktı. Artık hedefinin kim olduğunu biliyordu Suat.
Alevler, bulundukları ortamı sarmaya başladığında, diğer herkes gibi yangından kaçmaya çalışıyor izlenimi vererek hizmetliye yaklaşmaya çalıştı. Bakanın, ne yapması gerektiğine karar veremeyen korumasına kubbeyi işaret etti. Dikkatini çekmeden suikastçıya birkaç adım daha yaklaşmayı başardı bu esnada. Üzerindeki paltonun düğmelerini çözmeye başladığını gördüğünde, ne yapmak istediği anladı.
Sıktığı dişlerinin arasından;
- Canlı bomba, diye mırıldandı. Kendisiyle birlikte bütün katı havaya uçuracak namussuz.
Astronotların, radyasyondan yanmasını engelleyecek buluşun mucidinin, yanarak ölecek olması ayrı bir ironiydi. Birileri, ince ince detaylandırmıştı planını.
Şeffaf kubbenin açılmaya başlarken çıkardığı ses, canlı bombanın bir anlığına dikkatini dağıttı. Suat, yerlere saçılan ikram servislerinden birini alarak frizbi gibi savurdu. Eline çarpan tabak sebebiyle kumanda aletini yere düşüren adamın üstüne çullanarak alt etmesi birkaç saniye sürmedi.
İşini tamamladığında, yangının bulundukları kata yayıldığını, insanların kaçacak yerlerinin kalmadığını gördü. Yapay kubbe tamamen açılmış olsa da, helikopterlerin insanları tahliye edebilecek zamanları yoktu. O esnada iskele üzerine kondurulmuş su deposuna takıldı gözleri. Ani bir hareketle yerde hareketsiz yatan canlı bombaya yönelerek üzerindeki teçhizatı çıkardı. Yerde duran kumandayı eline aldı. Can havliyle sağa sola kaçışan insanlara “yere yatın” diye bağırdı. Mekanizmayı olanca gücüyle su deposuna fırlattıktan sonra düğmeye bastı. Dördüncü kez duyulan patlama sesinin ardından depodan boşalan su, bulundukları ortamdaki ateşi söndürdü. Kimse, suyun etkisiyle savrulmanın ve ıslanmanın haricinde, kayda değer bir zarar görmemişti.

Olayların yaşandığı esnada, anne ve babasının yanına koşan Osman; tehlike bertaraf edildiğinde, insanların şaşkın bakışlarına aldırmadan tekrar kürsüye yürüdü. Mikrofonu eline alarak;

- Anlaşılan o ki, mecburen bir süre daha buradayız, dedi. Bu da, beni dinlemekten kurtulamadığınız anlamına geliyor.

Asansörler ve merdiven kullanılamaz durumda olduğu için, beklemekten başka bir çareleri yoktu gerçektende. Hayatlarını kurtardığı insanlar tarafından tebrik edilmekte olan kardeşini işaret etti eliyle;
- Sizlere kardeşim Suat’ı tanıştırayım. Kendisi, benden küçüktür ama kaderin bir cilvesi olsa gerek, beni koruyup kollayan hep o olmuştur. Sizler için bir ilk. Fakat konuşmaya başladığım zamanda belirttiğim gibi, benim hayatımı ilk kurtarışı değil. Gerçek sayısını bilmediğime de, adım gibi eminim artık.
Eliyle bu kez anne ve babasının olduğu bölümü işaret ederek;
- Annem Hatice ve babam Halil... Yakından tanıyanlar, her ikisinin de yanıcı olduklarını söylerler. Benim için de, yakıcı…
Kolunu, yaklaşan kardeşinin boynuna attıktan sonra;

- En iyi bildiğimiz iki yanıcı ve bir yakıcının birleşimi söndürücüyü oluşturur malum. Elhamdülillah, güzel ülkemizde hepsi, bol miktarda var. Plan yapıcıların atladığı gerçek de bu… Sembollerden, harflerden, şekillerden pek çok anlam çıkarmalarına rağmen; tuzak kuranların en hayırlısının tuzağı gereği, isimlerimizin baş harflerindeki tevafuku okuyamadılar. Bu da gösteriyor ki; artık açıklanamayan kazalar, imkânsız intiharlarla beyinlerimizi susturamayacaklar.
Bakışlarını kardeşine döndürerek gülümsedi;
- Sen ne diyorsun bu konuda kardeşim?
Fen bilimlerinde çok iyi değildi Suat. Buna rağmen, aile bireylerinin isimlerinin başharflerini yan yana dizerek kardeşinin gönderme yaptığı formüle çoktan ulaşmıştı.
- Anlaşılan o ki, dedi. Bu hadisede, “SU” ben oluyorum…

Faruk Yılmazer