“Beyazdan,
beyazı sıyırmak ne mümkün?” Diye mırıldandı, gökyüzünden ayırmadan önce
gözlerini...
Denize,
köpük çiziyordu sanki bir ressam…
Fala
yenik düşmüş papatyaya, yaprak…
Tarlaya,
pamuk…
Travertenlere,
kar…
Rahmetli
annesi düştü aklına…
Kasnağa
sıkıştırdığı kumaş kadar maviydi, gökyüzü…
Beyaz
bulutlar, desen…
Mavisine
bıraktığı izler kadar; beyazına gizler bırakan yolcu uçağı, mekiği olmalıydı. Düş
oya’layan…
-
Efendim…
Yakın
korumasının sesini işittiğinde, bedeninin bulunduğu ortama aktı düşünceleri.
Korumanın yüzündeki şaşkın ifadeyi görünce gülümsedi. Dudaklarından, istemsiz
dökülen cümleye kulak misafiri olmuş; aklından geçenleri okuyamadığı içinde,
şaşırmış olmalıydı. İsminin okunduğunu duyduğunda, yanıldığını anladı. Kaç
dakikadır kopuktu kim bilir, gerçeklikten? “Yanıldığım konu, tek bu olsun.”
Diye mırıldandı, hedefine yöneldiğinde.
“Şimdi,
Teknoloji ve Sanayi Bakanımız, Sayın…”
Koruma;
-
Efendim. Kürsüye bekleniyorsunuz.
Ağır
adımlarla kürsüye doğru ilerlerken, “Bu manzara, insanı şair yapar.” düşüncesi
geçti aklından.
Sahi,
hangi tepesinden bakmıştı şair, İstanbul’a? Cevabı bilmediğini fark etti,
hafızasını yokladığında. Kendisi gibi; insan yapımı bir gökdelenin, açık hava toplantı
salonu olarak tasarlanmış teras katından olmadığı kesindi en azından.
Selamlama
faslını kısa tuttu, kürsüye çıktığında. Düşük dozlu siyasi mesaj, bu tarz
törenlerin olmazsa olmazıydı. Nihayetinde, asıl mevzua geçti;
-
Biliyorsunuz. Bundan tam altı yıl önce, yirmi dört saati bile bulmayan bir
zaman diliminde sevinçle hüznü ardı ardına yaşadık. Akşam saatlerinde, kuruluşu
resmi olarak açıklanan Türkiye Uzay Ajansı haberlerine sevinirken; sabahında, Ankara’da
yaşanan hızlı tren kazası sebebiyle ülke olarak yasa boğulduk. Ve o kazada,
birçok vatandaşımızın yanı sıra, kurum için çok önemli bir bilim insanımızı da kaybettik.
Bakışlarını,
davetlilerin üzerinde gezdirirkenki sessizliği, hayatını kaybeden vatandaşlar
için saygı duruşuydu bir nevi. En azından, ortamdaki insanların anladığı buydu.
-
Detaylara girerek sizleri sıkmak gibi bir niyetim yok. Ancak o gün anladık ki;
bu işte de, çok rahat bırakılmayacağız. Elbette bu, bizi caydırmak yerine daha
çok kamçıladı. Kurumu geliştirmek ve bilim adamlarımızı korumak için mümkün
olan tüm tedbirleri aldık. Ajansın, altıncı kuruluş yıldönümünü kutlamanın yanı
sıra, büyük bir başarıya imza atmış bilim adamlarımızı ödüllendirmek için
buradayız bugün. Bu da, başarılı olduğumuzun açık ikrarı aynı zamanda…
* * *
“Aslında, insanlar ile
insan eliyle üretilmiş robotların, uzayda birbirleriyle savaştığı meşhur bilim
kurgu dizisinden aldım ilhamımı…” Cümlesini yazdı masanın üzerindeki beyaz
kâğıda…
Unutmamak için…
Alelacele…
Kalem elinde, kâğıt
önünde, neredeyse bir saattir düşünüyor olmasına rağmen kurabildiği tek anlamlı
cümle buydu giriş için ve fena da durmamıştı.
Nasıl devam etmeliydi?
Etten ve kemikten
yaratılmış insanoğlunun, tamamen metal; metalden yapılmış yapay zekâlı
robotların, organik savaş gemileriyle karşı karşıya geldiği o eski bilim kurgu
diziden bahsederek mi?
Yoksa dünya hayatının
bir rüya olduğuna bizden daha hâkim olan küresel güçlerin, kendi rüyalarını
yazarak yaratıcıya meydan okuma hadsizliklerinden mi?
Kurguladıkları
senaryolarla, insanları olduklarından daha güçlü olduklarına inandırmalarından…
Sahte ve abartılmış başarılarından… Etki altına almalarından…
Köleleştirmelerinden…
Belki de direk
kendinden, ekibinden ve başardıklarından bahsetmeliydi.
Uzun süredir elinde
durduğu için parmağına iz yapmaya başlayan kalemi, masanın üzerine bırakarak
başını ellerinin arasına aldı. Saçlarını, yolunmasına aldırmadan parmaklarının
arasından kaydırırken “Bu kadar zor olmamalı…” diye söylendi. “Alt tarafı on
dakikalık bir konuşma…”
Masanın kenarında duran
pet şişeye uzandı eli. Boğazı da, en az kalemi kadar kurumuştu. Kuraklığının
birine çare bulmuş olmanın verdiği gevşemeden olsa gerek, o istemsiz cümle
döküldü dudaklarından;
“Keşke burada olsaydı.”
Sağına soluna bakınmasının
ardından, kurduğu cümlenin, kendi kulaklarından başka şahidi olmadığını
anlayarak rahatladı. Oda da yalnızdı.
“Gerçek bu…” diye devam
etti. “Bu işlerde hep benden daha iyi oldu. Eğer burada olsaydı, yazacağı
kısacık metnin içine neleri sığdırırdı kim bilir?”
Batıya
atılan çalım…
İlham
aldıklarının, meydan okuyan kibirlerinin yerini alarak, sonuca ulaştıran gözlem
ve teslimiyet anahtarı…
Kaplumbağaya
kaybetmek üzere olan tavşanın, uyanarak yeniden yarışa dâhil olması…
Ve
nihayet;
Uzay
yolculuklarında yaşanan en büyük probleme, ürettikleri sürpriz çözüm…
Tüm bunları, yazmak
için çabaladığı konuşma metninin içine sığdırırdı kesin. Hatta daha fazlasını…
Daha fazlası;
İstediğinden…
Olması
gerekenden…
Tartışmalarına tüm
bunlar sebep olmamış mıydı zaten? “Evet. Kendilerini gösterdikleri kadar
değil…” Diyordu. “Ama yinede güçlüler. Plan yapıyor ve planlarına sonuna kadar
sadık kalıyorlar. Ve satın alınacak kimseleri bulma, sızma konusunda oldukça
mahirler. Bu bir memleket meselesi… Kimseye güvenmeyin.”
“İşler artık eskisi
gibi değil.” Diyerek cevaplamıştı onu, zoraki bir gülümsemenin ardından.
Güvenlik, en üst seviyede… En fazla ne yapabilirler ki?”
Kabullenemiyordu. O bir
yakıcıydı ve yakıcı bir hırs bürümüştü benliğini, yüz küsur yılın hesabını
sormak isteyen. Ve bu yolda büyük bir adım atmıştı.
İşittiği son cümle
gizem doluydu;
“Bak!” demişti kardeşi;
“İçi para dolu, mühürlü bir tren İsviçre’den yola çıkarak, savaşın ortasından
durdurulmadan, zarar görmeden geçebiliyorsa ve o paralarla, köylülerden oluşan
bir ülkede, işçi devrimi yapılabiliyorsa…”
İki
bin on sekiz yılının, yeni yıla göz kırpmaya başladığı Aralık ayının ikinci
haftasında, diğer tüm alanlarda olduğu gibi uzay sanayinde de söz sahibi
olabilmek için Türkiye Uzay Ajansı resmi olarak kurulmuştu. Son yıllarda
yapılan başarılı hamlelerle dünyanın hayretle izlediği bir ülke haline gelen
Türkiye, çıtayı en yükseğe koyarak dosta güven aşılamaya, düşmana korku salmaya
devam edeceğinin de sinyalini vermişti, bu adımıyla.
Ajansın,
kuruluşunun açıklandığı akşamın sabahında, Başkent’te yaşanan hızlı tren
kazasını bu olayla ilişkilendirmek aşırı zorlama gibi görünse de; astronomi
profesörü Berahitdin Albayrak’ın, kazada yaşamını yitirmiş olması, kafa
yoranların aklına “Acaba sabotaj mı?” sorusunu düşürmüştü.
Görevlilerin,
ilk sorgulamaları esnasında verdikleri “hatırlamıyoruz” cevapları üzerine; o
vakitlerde Edebiyat Fakültesi birinci sınıf öğrencisi olan kardeşi Suat, aşırı
komplo teorileri içeren bir kurgu hikâye yazmıştı konu hakkında. Üstelik
yazdığı hikâyeyi bir edebiyat dergisinde yayınlatmayı bile başarabilmişti.
İşin
gerçeği; yaşanan kazanın sabotaj olduğuna, Osman’da en az kardeşi Suat kadar
inanıyordu. Fakat o bir bilim adamıydı ve olaylara komplo teorisyenlerinin
baktığı açıdan değil, bilimsel bakmayı tercih ediyordu. Hem artık güvenlikleri,
kurum elemanlarının dahi kim olduklarını bilmedikleri profesyonel bir ekip
tarafından sağlanıyordu. Gereksiz endişe ediyordu, kardeşi.
Ve
evet. O bir bilim adamıydı. Çeşitli dallarda çalışmalarını sürdüren kurumun, en
genç bilim adamı… Bir biyolog.
Ekibiyle
birlikte, uzun bir süre akrepler üzerinde çalışmıştı. Radyasyondan etkilenmeyen
bu eşsiz canlıların sırrı, zırhlarında gizliydi. Bu zırhın taklit edilebilmesi
üzerine yaptıkları yoğun çalışmalar neticesinde radyasyondan etkilenmeyen
kaplama malzemesi üretebilmeyi başarmışlardı. Malzemenin, sıvı olarak
üretilebilmesi, kullanımını gayet pratik hale getiriyordu. İnsanoğlu, bir gün
başka gezegenlere insan gönderebilmeyi başarabilirse eğer; yolculuğa en büyük
engel, keşifleri sayesinde ortadan kalkmış olacaktı.
Uzay
yolculuklarının en büyük sorunu olan radyasyon kuşaklarından, yanmadan
geçebilmeyi, nükleer tesislerdeki sızıntılardan etkilenmemeyi sağlayacak olan
bu keşfin, Türk bilim adamları tarafından yapılması; ülkeye, yeniden gıpta ve
kıskançlık nazarı ile bakılmasına sebep olmuştu. Henüz kimse, ekonomik
getirisinin ne kadar olacağının hesabını dahi yapamıyordu.
Oda kapısının çalındığını
işittiğinde düşüncelerinden sıyrıldı. Başını o yöne çevirdiğinde, aralanan
kapının ardındaki babasının gülümseyen bakışlarıyla karşılaştı.
- Osman. Hala çalışıyor
musun evladım?
- Evet baba. Konuşma
metnini hazırlamaya çalışıyorum. Malum, tören gününe fazla zaman kalmadı.
- Tamam. Ama fazla
yorma kendini.
- Merak etme baba.
İhtiyar adamın, kapıyı çekmek
için uzattığı eli, bir anlığına havada asılı kaldı. Yüzüne yapıştırdığı,
söyleyeceği sözlerin o anda aklına geldiği ifadesi inandırıcı gelmedi Osman’a.
Ne diyeceğini, aşağı yukarı tahmin edebiliyordu zaten.
- Suat’ı aradın mı?
Belki o, bu konuda sana yardımcı olabilir.
- Hayır, baba.
Aramadım. Bu, kendi başıma halletmem gereken bir iş.
Birden ayaza kesti
odanın atmosferi. Gerilen yüz hatlarını gizleme konusunda zorlandığı belli olan
ihtiyar adam, “anlıyorum” dedikten sonra sessizce geri çıktı.
Hayır. Aramamıştı.
Aramayacaktı.
İşin aslı; saldırgan
tavırlarıyla bir tatsızlık çıkarmaması için, törenden uzak tutmaya çalışıyordu
kardeşini. Aralarındaki basit tartışmayı gereksiz uzatarak buna zemin
hazırlamışken, yardımını isteyerek, törenden önce aralarının düzelmesine izin
veremezdi.
Daha iki hafta evvel,
uydu sisteminde oluşan bir arızayı gidermek için gelen görevliyle onu beş dakika
baş başa bırakmış; döndüğünde, aralarında tartışma çıkan adamı hastanelik
ettiğini görmüştü. Polisinde müdahil olduğu bu kavgadan, tutuklanmadan
sıyrılmasına hala hayret ediyordu Osman…
* * *
Farklı
renkler bulamayacağının idrakinde olsa da, farklı tonlara bile ram olacak bakış
açısıyla inceledi karşısındaki krem rengi duvarı.
Biraz
gölge… Biraz umut…
Ama
yoktu.
Ağırlıklarından
kurtulan gözkapaklarını, gönüllü kapatması da fayda etmedi. Gitmişti. Oysa
tırmandığı, doruğundan salınan ebruli halatı görse razıydı, yeniden. Olmadı.
Tam
da ulaşmak üzereydi, gökkuşağı ülkesine…
Uykuya
dalmadan önce dinlediği son şarkı mıydı acaba yorumsuz rüyalarına bir yenisini
ekleyen?
“Biraz
gerçek, biraz rüya…”
Yoksa
o hayal kıran; yosundan dahi yoksun denizler, tersine akan nehirler ve balıksız
akvaryumların ardından, umuduna can suyu muydu? Allah bilir…
Can
suyu… Can… Su…
“Evet,
su…” Diye mırıldandı. Öncekilerden bağımsız değildi belki de rüyası. Bir damla
da olsa, su değil miydi ışığı kıran, göğü yedi renge boyayan?
Eşinin
sesini duyduğunda yattığı yerden doğruldu.
-
Halil…
Seri
adımlarla oturma odasına geçtiğinde ayakta buldu onu. Elinde duran çubuk
şeklindeki bir nesneye odaklanmış, gözünden yaşlar süzülüyordu.
-
Pozitif Halil. Pozitif.
Gözleri,
nemden başka, umuda da ev sahipliği yapıyordu artık…
-
O, kurtulabilir.
Otuz küsur yıl önce
gördüğü bir rüyayı ve o rüyanın ardından yaşadıklarını hatırlamıştı Halil Safi,
büyük oğlunun yanından ayrılırken. Gözleri nemlendi. İki evladı arasında, bir
hafta önce yaşanan tartışmanın ardından başlayan ve hala devam eden gereksiz dargınlık,
onu ve eşi Hatice’yi ziyadesiyle üzüyordu.
Yeniden geçmiş zamana
aktı düşünceleri;
Doksanlı yılların başlarında;
çocukluk hayali olan cerrahlık unvanına kavuşmuş, sevdiği kadınla yuva kurmuş
ve mutlulukları Osman ismini verdikleri evlatlarıyla taçlanmış bir aile
reisiydi Halil Safi. Genç yaşına rağmen kısa sürede kendini ispatlamış, riskli
ve uzun süreli ameliyatların vazgeçilmezi olmuştu görevli olduğu hastanede.
Çok çalışıyor, okuyor,
araştırıyor; dostlarının, “biraz hız kes” uyarılarına kulak asmıyordu. Bu
haliyle en çok kendini tükettiğini biliyordu ama iyi bildiği bir gerçek daha
vardı.
O da; birileri
yanmadan, birilerinin asla aydınlığa ulaşamayacağı gerçeği.
Bir yanıcıydı o. Toplum
menfaatine kendini tüketen. Son gelişmeler katbekat artırmasaydı yanışını,
memnundu halinden. Suya yazılmış rüyaları, harını almak için miydi bilemese de,
yazılmış bir kaderin yolcusu olduğunu gayet iyi biliyordu.
O rüyalar ki;
okyanustan, damlaya dönüşen…
*
Eşi, odaya girdiğinde
açık olan televizyonda sunulan haberleri seyrediyordu Hatice Hanım. Bakışlarını
ekrandan ayırmadan;
- Bütün kanallarda
oğlumuzdan bahsediyorlar, dedi neşeli bir ses tonuyla.
- Öyle mi, dedi Halil
Safi?
Bunca yıllık hayat
arkadaşının, ses tonundaki kırgınlığı fark etmeme ihtimali yoktu Hatice
Hanımın;
- İyi misin hayatım?
- İyiyim canım. İyiyim.
Biraz canım sıkkın sadece…
Bildiği bir “neden”i,
sormaya ihtiyaç duymamıştı yaşlı kadın. Eşini nasıl teselli edeceğini
düşünürken, yüzündeki neşe, yerini düşünceli bir ifadeye terk etti;
- Boşuna üzülüyorsun
hayatım. Onlar kardeş. Üstelik ilk kavgaları değil ki bu. Eminim birkaç gün
içinde barışırlar.
Yaşları geçiyor
olmasına rağmen, evlilik yolunda henüz bir adım atmayan iki kardeş arasında
sıklıkla yaşanan tartışmalar, aile için sıradan bir durumdu aslında. Son seferi
farklı kılan; iki kardeşten biri için çok önemli olan bir günde, diğerinin
yanında olmayacak olmasıydı. Üstelik biri; diğerine, hayatını borçluyken…
Hatice Hanımın
düşünceleri de, eşininkiyle aynı zaman dilimine aktı;
Ayaklarını,
gezegenin dönüş hızına uydurmuş; karanlığın çöktüğü bölgelere sürekli bir
yolculuk halindeydi sanki Hatice öğretmen, son zamanlarda.
Hep
gece… Hep hüzün…
Ama
o gün, öğrencilerinin dahi dikkatini çeken bir farkındalık vardı duruşunda.
Sevinç değildi belli. Ama hüzün çizgileri de yitirmişti kaviliğini. Bir
sentezdi belki de. Biraz sevinç, biraz hüzün… En doğru teşhis “umut” olmalıydı.
Edebiyat
11- A sınıfında da farklılık vardı aslında aynı gün. Yoklama fişinin son üç hafta
gediklisi Ahmet’te derse katılmıştı. Hatice öğretmen sınıftan içeri girdiğinde,
oturduğu sıradan destek alarak ayağa kalkmış, iki tarafında gözleri parlamıştı
bakışlar birleştiğinde.
-
Hoş geldin Ahmet.
-
Teşekkür ederim öğretmenim.
-
İstirahat sürenin daha uzun olduğunu zannediyordum.
-
Öyle öğretmenim. Ama baktım ki, koltuk değnekleri yardımıyla da olsa
yürüyebiliyorum. Derslerden geri kalmak istemedim. Ve size daha fazla zahmet
vermek...
Geçirdiği trafik kazası sonucu okulundan ve
derslerinden bir süre ayrı kalmıştı Ahmet. Bu zaman zarfında en sadık
ziyaretçisi de Hatice öğretmen olmuştu. Kendisinin ve öğretmen arkadaşlarının
işlediği derslerin notlarını genellikle kendi; müsait olmadığı zamanlarda da,
bir sınıf arkadaşı vasıtasıyla ulaştırıyordu Ahmet’e. Oysa kendi derdi, kendine
fazlaydı bile… Lakin eşi Halil gibi yanıcıydı o da; mum misali, aydınlatırken
tükenen…
Lösemi…
Henüz beş yaşındaki oğlu Osman’a yakıştıramadıkları hastalık tüketiyordu genç
kadını. İçinde bulundukları günün sabahında bünyesine zerk olan küçücük umut,
uzun süredir derslere katılamayan öğrencisini gördüğünde tavan yapmıştı.
Güzellikler her zaman vardı. Umudu, dilinden düşürmediği dualarla
desteklemekten başka bir şeyde gelmiyordu zaten elinden.
* * *
Yüksek esneme
özelliğine sahip cam duvarlarla rüzgârdan soyutlanmış toplantı salonunun, pek
çok kesimden konuğu vardı. İş adamları, siyasetçiler, bürokratlar, ordu
mensupları, gazeteciler… Ve neredeyse hepsi, ülkenin istikbaldeki hedeflerine
ulaşılması yolunda elini taşın altına koymuş önemli insanlardı. Çeyrek asrı
bulan zaman diliminde gerçekten büyük yol kat edilmiş; yüzyılları aşan ikinci
fetretin kayıpları, asgariye indirilmişti.
Türkiye Uzay Ajansı’nın
kuruluşunun altıncı yılını kutlamak ve “Radyasyon Kalkanı” adını verdikleri
projenin altından başarıyla kalkan Osman Safi ile ekibi için düzenlenen ödül
töreni nedeniyle bir araya gelmişti tüm bu insanlar.
Katılımın, özel davet
gerektirdiği toplantıya, farklı amaçlarla sızanların olması da muhtemeldi. Bu
sebeple güvenlik en üst düzeyde tutulmuş, karadan ve havadan sürekli gözlem
altında tutuluyordu başını bulutlara değdirmeye çalışan büyük bina.
Teras katın
korkuluklarıyla, cam bölme arasındaki balkon boşluğunda bir tam tur attı genç adam,
Aralık ayının ve bulunduğu yüksekliğin keskin soğuğuna aldırmadan. Dört
köşesinde de kimlik göstermek zorunda kalması, güvenlik için ihtimam
gösterildiğinin ispatıydı.
Sona yaklaştığında, cam
bariyerin arkasındaki dalgın bakışların sahibini gördü ve son diyaloglarını
hatırlayarak gülümsedi.
-
En yakınındakini bile ikna edememişken, beni ikna edebileceğini sana düşündüren
nedir?
-
Emin değilim. Ama zaten gönüllü yaptığım bir iş için beni maaşa bağlamış
olmanızın bunda bir etkisi olabilir.
Az sonra, katılımcıların
aşina olduğu ünlü bir yüzün sunumunda program başladı. Devlet kanalında oynayan
yakın tarih dizisinde başrolü üstlenen oyuncunun, sunum için doğru bir seçim
olduğunu düşündü genç adam. Artık iç bölümdeydi ve motorlu şeffaf kubbenin
altına yerleştirilen ısıtıcılar, henüz bedenini değilse de içini ısıtmıştı.
Ortamı süzerken
radarına yakalanan yüzün sahibini görünce tekrar tebessüm etti;
- Maalesef, kardeşini
bu toplantıdan uzak tutmayı başaramadın sevgili ağabeyim.
Konuşma yapması için
kürsüye davet edilen Teknoloji ve Sanayi Bakanı ilk anonsu işitmeyince, ismi
ikinci defa anons edildi. Az sonra kürsüdeydi.
- Biliyorsunuz. Bundan
tam altı yıl önce, yirmi dört saati bile bulmayan bir zaman diliminde sevinçle
hüznü ardı ardına yaşadık. Akşam saatlerinde, kuruluşu resmi olarak açıklanan
Türkiye Uzay Ajansı haberlerine sevinirken; sabahında, Ankara’da yaşanan hızlı
tren kazası sebebiyle ülke olarak yasa boğulduk. Ve o kazada, birçok
vatandaşımızın yanı sıra, kurum için çok önemli bir bilim insanımızı da
kaybettik.
Bir süreliğine sessiz
kaldı Bakan Bey. Ortamı süzdü. Suskunluğunun sebebinin, aynı endişeleri paylaşmaları
olduğunu adı gibi biliyordu genç adam. Yoksa davetli listesine adını kesinlikle
ekletmezdi. Göz göze geldiklerinde “Çok zeki bir insan…” diye geçirdi aklından.
“Yakın koruma dediğin, en yakınında olmalı, korunanın. Ve bundan bihaber
olmalı…” Aksi halde, basit bir uydu tamircisi kıyafeti bile yeterli gelebilir
suikast için...
- Detaylara girerek
sizleri sıkmak gibi bir niyetim yok. Ancak o gün anladık ki; bu işte de, çok
rahat bırakılmayacağız. Elbette bu, bizi caydırmak yerine daha çok kamçıladı.
Kurumu geliştirmek ve bilim adamlarımızı korumak için mümkün olan tüm
tedbirleri aldık. Ajansın, altıncı kuruluş yıldönümünü kutlamanın yanı sıra,
büyük bir başarıya imza atmış bilim adamlarımızı ödüllendirmek için buradayız
bugün. Bu da, başarılı olduğumuzun açık ikrarı aynı zamanda…
Konuşmasını
tamamlamasının ardından mikrofonu sunucuya uzattı.
- Şimdi, Sayın
Bakanımızın takdim edeceği ödülü alması ve bizlere başarı hikâyesini anlatması
için Osman Safi’yi kürsüye bekliyoruz.
Birkaç saniye sonra,
kürsüdeydi Osman…
- Aslında, insanlar ile
insan eliyle üretilmiş robotların, uzayda birbirleriyle savaştığı meşhur bilim
kurgu dizisinden aldım ilhamımı…
Hazırladığı konuşma
metninin ilk cümlesiydi bu, selamlama faslından sonra gelen. Devam etmeden önce,
dinleyicilerin üzerinde gezdirdi bakışlarını. Nerdeyse tamamının yüzünde, bu
vatanın bir ferdi olmanın haklı gururu vardı. En çokta anne ve babasının… Bu
güzel vatana layık bir evlat yetiştirmiş olmaktan onur duydukları belliydi;
Tebessüm eden
çehrelerinden…
Kırpılan bir çift
gözden…
Ve…
Kirpiklerinden süzülen,
o bir damladan…
Süzülen bir damladan…
Damladan…
Önce, kelime kelime
tekrarlandı sükût cümlesi, Osman’ın beyninin çeperlerinde.
Sonra harf harf…
Sadece gurur muydu,
babasının gözlerinden süzülen o bir damlaya sebep? Yoksa çoktan unuttuğu bir
hikâyenin…
Konuşmasının yazılı
olduğu kâğıdı katlayıp cebine koydu.
- Aslında, dedi.
Aslında, önce anne ve babama teşekkür etmeliyim, dünyaya gelişimin müsebbipleri
oldukları için. Sonra, ilikleriyle birlikte, bana bir hayat bağışlayan ve
maalesef şu anda aramızda bulunmayan kardeşime…
Yaşadığı acılarla
birlikte hafızasından silinen bu gerçeği, babası hatırlatmıştı yolda. Farklı
bir hatıranın, detayı kıvamında… İncitmeden.
Ağabeyinin kurmuş
olduğu son cümlenin ardından “O kadar emin olma.” düşüncesi geçerken aklından,
bulundukları zemini sallayan şiddetli patlama sesiyle irkildi Suat.
Soğukkanlılığını korumaya çalışırken, “İşte korktuğum buydu…” diye mırıldandı.
Birkaç hamle sonrası Bakan’ın yanındaydı. Dolayısıyla kardeşinin. Silahına
davranan korumayı “Hayır, o bizden biri…” diyerek durduran Bakan’a;
- Asansörleri havaya
uçurmuş olmalılar, dedi. Sırada merdivenler olmalı.
Neler olduğunu, Bakan
Beyle nereden tanıştığını anlayamayan ağabeyiyle bakışları karşılaştığında,
ikinci bir patlama sesi daha duyuldu. Ve bu patlamanın ardından cam bariyerler
tuz buz olarak insanların üzerine yıkılmaya başladı.
Bakan; panik havası
içindeki insanları, çıkışlardan uzak tutmaları komutunu verdi, güvenlik
görevlilerine.
Elindeki telsizden,
helikopterlerin yaklaşması komutu vermek isteyen korumayı, “Bunu sakın
yapmasınlar.” Diyerek engelledi Suat.
Olduğu noktada üç yüz
altmış derecelik bir dönüş gerçekleştirdikten sonra bakışları bir noktada
sabitlendi. Gözlem altına aldığı hizmetli kılığındaki kişinin, elinde tuttuğu
bir alete başparmağıyla baskı yapmasının ardından üçüncü patlama sesi duyuldu.
Bu patlama hepsinden daha şiddetliydi ve dış cephenin bitim noktasından
yükselen alevler, patlamanın alt katlarında gerçekleştiğini gösteriyordu.
Helikopterler yaklaşmış olsaydı, gerçekten büyük bir facia yaşanacaktı. Artık
hedefinin kim olduğunu biliyordu Suat.
Alevler, bulundukları
ortamı sarmaya başladığında, diğer herkes gibi yangından kaçmaya çalışıyor
izlenimi vererek hizmetliye yaklaşmaya çalıştı. Bakanın, ne yapması gerektiğine
karar veremeyen korumasına kubbeyi işaret etti. Dikkatini çekmeden suikastçıya
birkaç adım daha yaklaşmayı başardı bu esnada. Üzerindeki paltonun düğmelerini
çözmeye başladığını gördüğünde, ne yapmak istediği anladı.
Sıktığı dişlerinin
arasından;
- Canlı bomba, diye
mırıldandı. Kendisiyle birlikte bütün katı havaya uçuracak namussuz.
Astronotların,
radyasyondan yanmasını engelleyecek buluşun mucidinin, yanarak ölecek olması
ayrı bir ironiydi. Birileri, ince ince detaylandırmıştı planını.
Şeffaf kubbenin
açılmaya başlarken çıkardığı ses, canlı bombanın bir anlığına dikkatini
dağıttı. Suat, yerlere saçılan ikram servislerinden birini alarak frizbi gibi
savurdu. Eline çarpan tabak sebebiyle kumanda aletini yere düşüren adamın
üstüne çullanarak alt etmesi birkaç saniye sürmedi.
İşini tamamladığında,
yangının bulundukları kata yayıldığını, insanların kaçacak yerlerinin
kalmadığını gördü. Yapay kubbe tamamen açılmış olsa da, helikopterlerin
insanları tahliye edebilecek zamanları yoktu. O esnada iskele üzerine
kondurulmuş su deposuna takıldı gözleri. Ani bir hareketle yerde hareketsiz
yatan canlı bombaya yönelerek üzerindeki teçhizatı çıkardı. Yerde duran
kumandayı eline aldı. Can havliyle sağa sola kaçışan insanlara “yere yatın”
diye bağırdı. Mekanizmayı olanca gücüyle su deposuna fırlattıktan sonra düğmeye
bastı. Dördüncü kez duyulan patlama sesinin ardından depodan boşalan su,
bulundukları ortamdaki ateşi söndürdü. Kimse, suyun etkisiyle savrulmanın ve
ıslanmanın haricinde, kayda değer bir zarar görmemişti.
Olayların yaşandığı
esnada, anne ve babasının yanına koşan Osman; tehlike bertaraf edildiğinde,
insanların şaşkın bakışlarına aldırmadan tekrar kürsüye yürüdü. Mikrofonu eline
alarak;
- Anlaşılan o ki, mecburen
bir süre daha buradayız, dedi. Bu da, beni dinlemekten kurtulamadığınız
anlamına geliyor.
Asansörler ve merdiven
kullanılamaz durumda olduğu için, beklemekten başka bir çareleri yoktu
gerçektende. Hayatlarını kurtardığı insanlar tarafından tebrik edilmekte olan
kardeşini işaret etti eliyle;
- Sizlere kardeşim
Suat’ı tanıştırayım. Kendisi, benden küçüktür ama kaderin bir cilvesi olsa
gerek, beni koruyup kollayan hep o olmuştur. Sizler için bir ilk. Fakat
konuşmaya başladığım zamanda belirttiğim gibi, benim hayatımı ilk kurtarışı
değil. Gerçek sayısını bilmediğime de, adım gibi eminim artık.
Eliyle bu kez anne ve
babasının olduğu bölümü işaret ederek;
- Annem Hatice ve babam
Halil... Yakından tanıyanlar, her ikisinin de yanıcı olduklarını söylerler.
Benim için de, yakıcı…
Kolunu, yaklaşan
kardeşinin boynuna attıktan sonra;
- En iyi bildiğimiz iki
yanıcı ve bir yakıcının birleşimi söndürücüyü oluşturur malum. Elhamdülillah,
güzel ülkemizde hepsi, bol miktarda var. Plan yapıcıların atladığı gerçek de
bu… Sembollerden, harflerden, şekillerden pek çok anlam çıkarmalarına rağmen;
tuzak kuranların en hayırlısının tuzağı gereği, isimlerimizin baş harflerindeki
tevafuku okuyamadılar. Bu da gösteriyor ki; artık açıklanamayan kazalar, imkânsız
intiharlarla beyinlerimizi susturamayacaklar.
Bakışlarını kardeşine
döndürerek gülümsedi;
- Sen ne diyorsun bu
konuda kardeşim?
Fen bilimlerinde çok
iyi değildi Suat. Buna rağmen, aile bireylerinin isimlerinin başharflerini yan
yana dizerek kardeşinin gönderme yaptığı formüle çoktan ulaşmıştı.
- Anlaşılan o ki, dedi.
Bu hadisede, “SU” ben oluyorum…
Faruk Yılmazer