Çalışma
masasını yasladığı duvardan gelen sesi işittiğinde, tarifsiz bir huzur kapladı
içini. Yüzünü kaplayan gülümseme eşliğinde çalışmalarını kaydederken, “Valide
sultan keyif çayı yapmış…” Diye mırıldandı. Altı ay önce ayrıldığı baba
ocağının, kendisine tahsis edilen çatı katını bu kadar özleyeceğini bilse… Ve
dahi, tüm geride bıraktıklarını…
Kahvaltı hazır…
Bakkala gidebilir
misin?
Babanla birlikte
akşam çayına bekliyoruz…
Tüm
bunlar ve daha fazlası; annesinin seslenmeden, yalnızca alt kat duvarına
vurarak meramını anlatabilme cümleleriydi. Aylar önce misafiri olan bir dostu,
şahit olduğu bu durumu önce Mors alfabesine benzetmiş; sonra, “Yok, yok… Siz,
resmen kendinize ait bir “Duvar Dili ve Edebiyatı bölümü kurmuşsunuz.” diyerek,
uzunca bir süre gülmüştü.
*
* *
“Gitme”
demişti babası… Yaklaşık altı ay önce, almış olduğu iş teklifini değerlendirmek
için aile üyeleriyle yapmış olduğu istişare de;
“Gitme.
Üzerler seni...”
Ve
bir çırpıda anlatmıştı yaşayabileceği tüm olumsuzlukları.
Birlikte
içecekleri akşam çayında, “Tüm tespitlerin, nokta atışıydı.” itirafını yapmasa
bile; sezonun bu en yoğun zaman diliminde İstanbul’da olması yeterliydi babası
için, “Biz bu saçları, değirmende ağartmadık…” cümlesiyle başlayacak konuşmasını
yapmaya…
Karıştırdığı
çayından, ilk yudumu çektiği halde “Hadi anlat bakalım Erdinç Efendi!”
cümlesinin, kulaklarında çınlamamasına hayret etti. Kafasını kaldırıp yüzlerine
baktığında, annesinin mütebessim çehresi ve babasının meraklı bakışlarıyla
karşılaştı. Anlaşılan o ki; annesi tarafından, “Çocuğun canını sıkma sakın…”
diye, ikaz edilmişti babası.
Yönetici
olarak çalıştığı otelin, daimi müşteri olan bir işadamı Güney sahillerinin
birinde bir tatil köyü satın aldığını söylemiş ve başına geçmesini teklif
etmişti Erdinç’e, altı ay önce. Bir süre düşündükten sonra, kariyeri açısından
bulunmayacak bir fırsat olduğuna karar vermiş; babasının, düzenini bozmaması adına
yaptığı tüm ikazlara rağmen tatil köyünün yolunu tutmuştu.
Geride
kalan yarım yıllık zaman dilimi, babasının ne kadar haklı olduğunun ispatıydı.
Zaten ne zaman haksız çıkmıştı ki?
Daha
ikinci bardağa geçmeden anlatıvermişti, yaşadığı tüm olumsuzlukları. Odalar,
zamanında temizlenemiyor… Müşteriler, yeterince eğlendirilemiyor… Servislerde
istikrar tutturulamıyor… Yemekler, istenilen lezzette olmuyordu. Kısacası,
yetişemiyordu.
Konuşması
bittiğinde, “Ben demiştim…” diye, söze başlamasını bekledi babasının bir süre.
Lakin beklediği gibi olmadı. İkazı, sağlam almış olmalıydı.
-
Peki, hiç mi olumlu tarafı yoktu? Dedi annesi, gülümsemesini hiç bozmadan.
İnsanların,
yüzlerinden okuyabildiği mutlulukları ve kendine ayırabildiği nadir zaman
dilimlerinde, yaşadığı güzellikler canlandı gözlerinin önünde. Aslında memnundu
orada olmaktan ve çoğu insan gibi, âşıktı o da, denize. Memleketin, cenneti
andıran bir köşesinde olmak, herkese nasip olmuyordu neticede…
-
Olmaz mı?” Dedi. Bir sürü… Hele ki tekneyle, o muhteşem maviliğe açılmak yok
mu? Vakit buldukça…
-
Ayrılma isteğini, patronuna bildirdin mi? Diye sordu bu kez annesi.
-
Hayır. Yarın, Levent’teki ofisine giderek yüz yüze konuşmak istiyorum.
-
Anlıyorum. Bak ne diyeceğim…
Kurduğu
son cümle, “Şimdi bütün dikkatini bana ver.” komutuydu annesinin, gayrı resmi…
-
Dinliyorum anne.
-
Kararını bildirmek için acele etme. Yarın, tatil köyüne birlikte gidelim
kısmetse. Belki dışarıdan bir gözün, tüm bu olumsuzlukların neden yaşandığını
görmesi daha kolay olur. Olmadı, bir tatil köyünde tatil yapmak nasıl
oluyormuş, onu göstermiş olursun, bu yaşından sonra annene…
Yıllarca
eğitimini aldığı bir işte, kendisinin göremediği neyi göreceğini bilmese de annesinin,
itiraz etmedi. Babasına karşı yaşadığı mahcubiyeti, annesine karşı da yaşamak
istemiyordu.
*
* *
Yalnızca,
ayakkabılarının yıpranmış topuk üstüne bakarak, birkaç tembel personeli ilk
günden tespit etmişti yaşlı kadın. Her annenin bildiği bir durumdu bu.
Çocuklar, bağlamaya üşendikleri için, bağcıklarını çözmeden geçirirlerdi
ayakkabılarını ayaklarına. Bu da topuk üstünü aşırı yıpratırdı. Çocuklar için
normal sayılan bu durum, yetişkinler için “iş yapan” değil, “yapar görünen” bir kişilik
geliştirdiklerinin ispatıydı.
İkinci
gün; servis yapması gereken kişi sayısındaki eksikliğin, yapması gereken işi
bir diğer arkadaşına emanet ederek, gönlünü çaldıkları müşterilerle sahilde
vakit geçiren personelden kaynaklandığını gördü.
Sonraki
günlerde, mutfak için alınan malzemelerin yağlı kısmının, nasıl taşındığını
gördü; belli birkaç personel tarafından, kendi evlerine.
En
ilginç diyalog, müşterileri eğlendirmekle görevli ses sanatçısı ile arasında
geçmişti, yaşlı kadının. Sosyal medya denilen sanal ortamda, üç milyon
takipçisi olmasıyla övünen sanatçının sesi çok iyi olmadığı gibi sürekli aynı
şarkılarla tırmalıyordu müşterilerin kulaklarını.
“Bak
oğlum!” Demişti yaşlı kadın. “Sürekli aynı şarkıları dinlemek insanları sıkar.
Arada değişiklik yap.”
“Kayıtlarda
yalnız bu şarkılar var. Yeni repertuar hazırlamam için İstanbul’a gitmem ve bir
süre kalmam gerekir.” Cevabını almıştı, bu eleştirisi üzerine.
“Boş
ver kaydı. Çık sahneye, canlı söyle…” Dediğinde aldığı cevap;
“Ama
ben canlı söyleyemiyorum ki…” Olmuştu.
Anlaşılan
o ki; özel cihazlarda sesi süzülmeden şarkı söyleyemeyen, çevresi gibi sesi de
sanal olanın bir katkısı olmuyordu işletmeye.
Hafta
sonu geldiğinde, işe zaten kendinin almamış olduğu birkaç personel değişiminin,
işleri nasılda yoluna koyduğunu hayretle temaşa eylemişti Erdinç. İhtiyar
kurtların hayat tecrübesi, dirsek çürüten tüm öğretilere baskın çıkmıştı. Bir
hafta daha kalması için dil dökmesine rağmen, kesin bir dille reddetmişti
annesi bu isteğini. Babası İstanbul’da yalnızdı ve yapacak işleri vardı. Tek
dileği, anlata anlata bitiremediği o muhteşem maviliğe gözleriyle şahit olacağı
tekne turuydu.
*
* *
Maviliğin
ortasında, “Nasıl oldu bu iş?” cümlesine sığdırılmış, geniş açıklama bekleyen o
soruyu sordu annesine Erdinç…
Ortamın
tadını çıkarmak adına, tekneyi sabitlemek için denize salınan çapayı işaret
etti yaşlı kadın, cevaben. Ve yine o huzur veren gülümseme kapladı çehresini.
Anlamıştı
Erdinç…
En
başından beri güverteden bakmıştı olaya… Yer de, gök de maviydi. Olmasını
istediği gibi…
Babası:
koruma içgüdüsüyle tabanından bakmıştı teknenin, sürekli… Derinliği görmüştü
hep, verdiği ürpertiyi… Korktuğu gibi…
Çapa
olabilmekte saklıydı aslında tüm cevap…
Kimi
zaman, teknenin kucağında temaşa etmeliydi maviliği…
Kimi
zaman, denize salınıp hissetmeliydi. Derinliği… Tehlikeyi…
Beton
duvarı dillendiren anne yüreği; teşhisi, en başında koymuş. Bulmuştu tedaviyi…
Faruk
Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder