1 Ekim 2023 Pazar

Tasvir (Hikaye)


 

Yaşam alanının onlarca metre altında çakılıp kalmasına sebep olan şekilleri hayranlık dolu bakışlarla tekrar gözden geçirirken “muhteşem” diye mırıldandı. İki boyutlu olmalarına rağmen bir derinlikleri varmış izlenimi veren görselleri ölümsüzleştirmek için elinde tuttuğu cep telefonunun kamerasını açarken sözünü tekrarladı;

“Muhteşem! Gerçekten muhteşem! Doğa, her konuda olduğu gibi, sanat konusunda da bizden katbekat ileri…”

Üç boyutu sarmaladığı için dördüncü bir boyut olarak kabullenilen zamanın, ikinci boyutu neden etkilemediği konusunu bir dönem çok düşünmüş, araştırmış lakin tatmin olabileceği bir cevap bulamamıştı. Sabit… Donuk…

An ile zaman arasındaki ilişkidendi belki… Neticede hangisinin, hangisinden geçtiği konusunda bilim adamları dahi uzlaşamıyordu. Belki de o boyut, atomların dahi hareket edemediği mutlak sıfırı yaşıyordu. Kim bilir? En ufak bir hareketlerinin, içinde bulunduğu ruh halini endişe ve paniğe terk edeceği düşüncesi, “Aman böyle kalsın.” diye söylenmesine sebep oldu.

Henüz tek bir kareyi kayıt altına almıştı ki, duyduğu sesle irkildi;

- Burada fotoğraf çekemezsiniz beyefendi.

Bir süredir kendisini uzaktan izleyen güvenlik görevlisinden başkası değildi sesin sahibi. Daldığı için yaklaştığını fark edememişti. Aklından geçen, “Ne alaka?” sorusunu kelimelere dökmedi. Bazı tartışmalara hiç girilmemesi gerektiğini bilecek kadar deneyim sahibiydi hayatta… Bazı kavgaların asla kazanılmaması gerektiğini…

- Öyle mi?

- Maalesef efendim.

Telefonun kamerasını kapatıp cebine koyarken;

- Pekâlâ. Madem öyle diyorsun.

İşin aslı; İstanbul’da, yer seviyesinin onlarca metre altında bulunan bir metro istasyonundaydı. Dikkatini celbeden görselse; nemin, duvar sıvalarının yüzeyinde oluşturduğu şahsına münhasır lekelerden ibaretti. Korku romanlarının zihinde oluşturduğu imgelere benzer… Yahut gecenin karanlığında, gölgelerin arkasına gizlenmiş yaratıklar olabileceğini anlatan Hollywood filmlerinden bir sahne kıvamında.

Perona giriş yapan tren kapılarını açtığında, güvenlik görevlisinin süzen bakışları altında vagona girdi. Görevlinin kendisinden şüphelenmesine sebep; lekeleri inceleme maksadıyla, önceki üç seferi es geçmesi olmalıydı. Dolayısıyla, yarım saat sonra gelerek değil fotoğraf, alanın tamamını videoya çekse kimsenin umurunda olmayacaktı.

 

* * *

 

“Neden, en iyi bildiğimiz işi yapmıyoruz?”

Büyük sermaye gerektiren lakin ellerinde, kıdem tazminatlarından başka maddiyat bulunmayan dört arkadaşın birlikte şirket kurmalarına zemin hazırlayan cümleydi bu.

En iyi bildikleri iş…

Halil, ışıklandırma konusunda uzmandı. Salih, ses… Taner, görüntü… İlker, elektrik…

Festival, konser, miting ve benzeri etkinlikler için sistem kuran bir firmada uzun yıllar birlikte çalışmış… Patronlarının, işyerlerini kapatma kararı almasının ardından ortada kalmış dört arkadaş.

Kendiişlerinin sahibi olmanın cazibesi çok fazla ölçüp tartmadan harekete geçmelerine sebep olmuşsa da; Siyasi Partiler, Belediyeler ve ünlü sanatçılarla çalışılan bu sektörde yeni olmanın zorluğunu daha işin başında anlamışlardı. Büyük makamlarda tanıdığın yoksa görünmez olduğunu…

Üstelik kullanmaları gereken cihazların maliyeti, karşılayabileceklerinin çok üzerindeydi. Kiralayarak, eski dostlarından ödünç alarak bu sorunu nispeten aşmaya ve düğün salonu, dernek gibi mekânlarda küçük işler yaparak harçlıklarını çıkarmaya bir müddet muvaffak olmuşlardı. Fakat işler iyiye gitmiyordu.

Tam ümitlerin kırılmaya başladığı anda çalan telefon umutlarını yeniden yeşertmişti.

Arayan, ünlü bir menajerdi. Bir Güney belediyesiyle iş bağladığını… Beş gün sürecek korku temalı bir festival düzenlemesi gerektiğini ve onlarla çalışmak istediğini söylemiş… Benzer etkinliklerden kayıtlar göndererek zenginleştirmelerini ve maliyet çıkarmalarını istemişti. İçinde bulundukları şartlar dâhilinde, kendilerine nasıl ulaştığı sorusu, en son düşünülecek konuydu.

Bilgisayara aktardığı fotoğrafları atölyedeki dev ekrana yansıtırken oldukça keyifliydi Taner;

- Bunlara bayılacaksınız.

Ekip arkadaşlarının üzerinde odaklanan meraklı bakışlarını gülümseyerek karşıladı;

- Müthiş görseller yakaladım.

Kısa süreli slâyt gösterisinin sonlanmasının ardından Salih;

- Bunlar, bize gönderilen kayıttakilerden çok daha iyi.

- Sen onları, üzerlerinde yapacağım çalışmaları tamamladıktan sonra gör bir de.

- Harikasın.

- Eyvallah. Sen neler yaptın?

- Şu internette dolaşan meşhur ses kaydı var ya, onun üzerinde çalışıyorum. Ama tamamlamadan dinletmem.

- Bu ikisi bu kadar heyecanlandığına göre kaçarı yok. İş bizim, dedi Halil neşeyle.

Taner;

- Hangi ses kaydı?

- Bir dönem Rusya’da, derin bir sondaj alanına cihaz salarak yaptıkları söylenen sözde kayıt. Cehennem’in sesini kaydettik, diye dünyaya yaymışlardı hani…

Önce, Salih’in kurmuş olduğu cümledeki iki kelime, Taner’in kafasının içinde birkaç sefer yankılandı.

“Cehennem’in sesi…”

Sonra da, kulakları sağır edebilecek şiddetteki derin uğultu ve kıyametin koptuğunu düşündüren bitmek bilmeyen yıkım sesleri.

“Al sana, Cehennem’in sesi”, diye mırıldanırken bambaşka bir mekândaydı artık. Bir otel odasında, yan yatan kolonun duvara yaslanarak oluşturduğu, hayatını kurtaran ama aynı zamanda ölümü beklemesine sebep olan üçgen alanda…

Aslında uzun zamandır oradaydı ve içinin geçtiği demlerde orada bulunmasına sebep olan olayları hatırlıyordu.

İkinci sarsıntının ardından çekmeyen ve artık neredeyse pili bitmek üzere olan cep telefonunun solgun ışığında, çevresini saran enkaz korkutucu siluetlere bürünürken tekrar söylendi;

“Al sana, muhteşem görseller. Al sana, korku festivali.”

Menajerin gönderdiği kayıtları incelemelerinin ardından İlker’in gösterdiği tepkiyi anımsadı;

“Bu işi almak istediğimize emin miyiz arkadaşlar?”

“Neden?”

“Ne bileyim? Festivalden ziyade, ayine benziyor.”

Maliyet hesabının tamamlanabilmesi için etkinlik alanının incelenmesi gerekiyordu. En başından beri bu görev Taner’indi. Deprem yaşanmadan yaklaşık otuz altı saat önce şehre giriş yapmış… Çalışmalarını tamamlamış… Arkadaşlarının da onayını aldıktan sonra iki yüz kırk bin lira fatura çıkarmıştı. Emsallerine göre cüzi bir miktardı ve pek bir para kazanamayacaklardı belki. Fakat bu iş sayesinde tanınmaları için gerekli olan eşiği geçmiş olacaklardı.

Görüşme için kendisini almaya gelen menajerin şoförünü gördüğünde büyük bir mutluluk yaşamıştı Taner. Dünya küçük bir yerdi ve yıllardır görüşemediği asker arkadaşı Reşit onbaşı karşısındaydı. İkili, yol boyunca sohbet etmiş, hasret gidermişlerdi. Buluşma mekânına yaklaştıklarında Taner’in anlam veremediği bir cümle kurmuştu Reşit;

“Sakın beni tanıdığını belli etme.”

Duyduğunu sandığı bir ses düşüncelerini böldü. Kurtarma ekibi mi gelmişti yoksa? Ama hayır. Kimse yoktu. Hesabını yapamadığı kadar uzun bir süredir göçük altındaydı ve birileri gelecek olsa, şimdiye kadar gelirdi. Hayatından umudu çoktan kesmiş olmalılardı. Âdeti olduğu üzere her daim başucunda tuttuğu pet şişedeki suyla şu ana kadar idare etmişti fakat artık o da artık bitmek üzereydi. İçinde kalan son birkaç yudum suyu içtikten sonra gayrı ihtiyari bağırdı;

“Neden gelmiyorlar?”

Ülkenin neredeyse yüzde yirmisinin aynı felakete duçar olduğundan haberi yoktu henüz.

Belediye Başkanının, belirledikleri ücreti fazla bulduğunu, biraz indirim yapmalarını talep ettiğini iletmişti menajer. Etkinliğin dört güne düşürülmesi karşılığında, yüz yetmiş bin liraya razı olmuştu ekip. Bu miktar, sadece yapacak oldukları masrafın karşılığı olsa da ilerisi için büyük bir adımdı.

Teklifin son halini ilettikten sonra kaldığı otelde inzivaya çekildi Tamer. Alacağı cevaba göre yön çizecekti. O gece yani depremden birkaç saat önce bir misafiri vardı. Asker arkadaşı Reşit, patronunu kaldığı rezidansa bıraktıktan sonra ziyaretine gelmişti.

Menajerin, Türk asıllı olmadığını… Yurt içinde ve yurt dışında çok geniş bir çevresi olduğunu… Aşırı kurnaz olduğunu… Çok zengin olmasına rağmen, yaptıracağı işleri en zor durumdaki insanları bulup bedava denilecek rakamlara onlara yaptırdığını anlattı sohbet ederlerken.

Hak sahiplerine vermekten imtina ettiği parayı, aracılara fazlasıyla vermekten çekinmediğini de ekledi.

- Senin vermiş olduğun iki yüz kırk bin lira teklif, Belediyeye kaç para olarak yansıdı biliyor musun, diye sordu Taner’e?

- İki ye mi katlandı yoksa?

- Evet. Önce ikiye… Sonra birkaç kere daha ikiye katlandı.

- Nasıl yani?

- Teklif, bir milyon sekiz yüz kırk bin lira olarak başkanın masasında duruyor.

- Yok artık, derken teklifinin neden yüksek bulunduğunu anlamıştı artık Taner. Ve Reşit’in “Sakın beni tanıdığını belli etme.” demesinin sebebi hikmetini… Bir de benden indirim istedi.

- Evet duydum. Son teklifin belediyeye kaç para olarak yansıdı henüz bilmiyorum ama sabaha kadar öğrenirim. Çok fazla değişeceğini de sanmıyorum.

- Bu denli yüksek bir rakamı kabul etmezler herhalde?

- Bilmiyorum. Ama genellikle kabul ederler.

- Ama bu halkın parasını çarçur etmek olur.

- Maalesef.

- Yok. Ne ben, ne de arkadaşlarım böyle bir vebalin altına giremeyiz. Yarın uçağa atlatıp İstanbul’a geri dönüyorum.

Yine bir ses duyduğunu düşündü. . Kulak kabarttığında bu kez yanılmadığını anladı. Ses, giderek şiddetlenmeye, çevresindeki molozlar titremeye başladı.

“Aman Allah’ım!” diye bağırdı. Yoksa faylar bir kere daha mı harekete geçmişti? Bu nasıl bir imtihandı? Korku festivali için donanım hazırlayacağı şehirde, bizzat korkuya maruz kalmıştı. Kaderine ram olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.

Bulunduğu dar alanda ellerini kaldırabildiği kadar yukarı kaldırdı, gözlerini yumdu.

“Ey güzel Allah’ım. Biliyorsun. Bu günaha ortak olmayacaktım.”

Sonra bir ses duydu;

- Taner.

Gözlerini araladı. Üst taraftan solgun bir ışık süzüldüğünü fark edince önündeki molozları basamak yaparak oraya yöneldi. “Işığa doğru yürümek bu olmasa gerek…” diye düşündü.

- Taner. Orada mısın?

- Evet. Buradayım. Yaşıyorum.

Reşit’in, “Çok şükür!” diyen ağlamaklı sesini duyunca onunda gözleri doldu.

- Tamam. Sakin ol. Az sonra seni kurtaracağız.

Birkaç saat sonra AKUT’un ve gönüllü insanların çalışmalarıyla gerçekten dışarıdaydı ve önemli bir fiziksel hasar görmemişti.

Bir kameranın önünde muhabirin “Evet sayın izleyiciler. Tam dört gün sonra, göçük altından bir vatandaşımız daha sağ olarak kurtarıldı.” Sözünü işittiğinde, kaç gündür orada olduğunu öğrenmiş oldu.

Gözyaşları içinde Reşit’e sarılırken kulağına fısıldadı;

- Öğrendiysen lütfen söyle. Ne kadar düştüler?

- İlginç adamsın, diye mırıldandıktan sonra, gerçekten ilk sorun bu mu, dedi Reşit?

- Evet lütfen.

- Yetmiş bin lira. Yani sizin düştüğünüz kadar. Ama artık bir önemi kalmadı.

Konuşmaya devam etmek üzere olan Reşit’i bir el hareketi ile susturdu;

- Doğru kararı vermişim, dedi ağlayarak. Vallahi, en doğru kararı vermişim.

Enkaz alanının görebildiği kadarını gözleriyle taradıktan sonra devam etti;

Tasviri böyleyse…

 

Faruk Yılmazer

10 Nisan 2022 Pazar

Karin Meleği (Hikaye)

Pazarlama sorumlusu, avını gözüne kestirmiş bir avcı edasıyla daha kapıda karşıladı genç çifti. Fark ettirmeden yanına yönlendirdiği bir modelin özelliklerini ve neden o araca sahip olmaları gerektiğini anlatmaya başladı. Kararsız olduklarını hissettiğinde, koltuklara oturmalarını ve konforu hissetmelerini rica etti.

“Anlattığı kadar var.” dedi genç adam, koltuğa yayıldığında. “İçi, dışından daha geniş sanki…” İncelemesi bitip araçtan çıktığında, kendilerinden sonra gelen bir kişinin daha aynı araçla ilgilendiğini görerek;

- Sıkı araba, dedi.

- Öyle görünüyor, diye cevapladı adam, bakışlarını kendisine laf atan gence doğru çevirirken...

Neden sonra bakışları sabitlendi. Suratının yarısını kapatan siyah gözlüklerin dahi gizleyemediği bir gerginlik oluştu yüzünde.

- Sen! Dedi, gözlüklerini çıkartırken. Gökte ararken yerde bulmak, dedikleri bu olsa gerek…

Afalladı genç adam. Öylesine laf atmıştı oysa…

- Nasıl çıktın?

Diğer adam elini beline atarak;

- Bunun bir önemi yok. Önemli olan, bir daha karşıma çıkarsan başına gelecekleri biliyor olman…

Belinden çıkardığı silahın namlusu göründüğünde, eline hamle yaparak müdahale etmeye çalıştı genç adam. Boğuşma esnasında bir el silah sesi duyuldu. Beyaz pantolonu kızıla dönüşürken yere devrildi. Patlayan silahtan çıkan mermi ayağına isabet etmiş olmalıydı.

Silahını, şaşkın bakışlarla olayı izleyen pazarlama sorumlusuna çevirerek müdahil olmaması gerektiğini ima ettikten sonra “Bu yeterli değil.” dedi. Bu defa silahın namlusunu genç kadına çevirdi...

                * * *

Sırtına sağlam bir yük vurulmuşçasına ağırlaştı hızlı tramvay… Sultanahmet’e çeyrek kala…  Hâlbuki Yusufpaşa’dan harekete geçtiklerinde, genç bir atlet gibi zinde ve enerji doluydu. Aynı yükü bedeninde hissedermiş gibi ağır adımlarla kapıya yanaşan Selim, inmesinin ardından hemen terk etmedi peronu. Gülhane’ye doğru yol alan vagonların, ilk gözlem anındaki enerjisine ve hızına yeniden kavuşmasını gülümseyerek temaşa etti. Ara duraklarda da aynı durum yaşanmıştı belli ki… Cep telefonuyla gereğinden fazla meşgul olduğu için kaçırmıştı sadece.

            Edebi bir etkinliğe iştirak edebilmek için Kızlarağası Medresesi’ne doğru yöneldiğinde bir kere daha çaldı cep telefonu. Arayanı tahmin ediyor olsa da, ekranda beliren ismi okumadan edemedi.

            “Burak Yıldırım”

Yüzü buruştu, işaret parmağını telefonun üzerinde kaydırarak görüşme talebini reddetti. Son görüşmelerinden birkaç dakika öncesi geldi gözlerinin önüne… Davetsiz… Metazori…

Yaklaşık iki ayını işi dolayısıyla şehir dışında, sonraki iki haftayı da Korana illetine yakalandığı için evinde, karantina altında geçirmiş… Önemli bir belirti göstermeyen hastalık negatife dönüştüğünde yakın dostu Burak’ın kapısının önünde almıştı soluğu, geçtiğimiz hafta… Özlem gidermek ve son gelişmeleri ilk elden dinleyebilmek adına…

Dış kapı zillerine basmış, birkaç saniye sonra gelenin kim olduğunu görmek için ikinci kat penceresinde beliren Burak’ın annesine hatır sormuştu;

- Nasılsın Fadime Teyze?

Yaşlı kadının ilginç bir şekilde suratı asılmış, sorusuna cevap vermeden pencereden geriye çekilmişti. Gözden kaybolurken ağzından dökülen ve üzerinde şok etkisi oluşturan o kısa cümle tekrar tekrar çınlamıştı Selim’in kulaklarında;

- Karin cini gibi yapıştı kızanıma…

 

Selim ve Burak… Zaten deli akan kanlara, damardan muziplik zerk eden bir gecede tanışan ve bir daha ayrılmayan iki sıkı dost…

Karanlık bir mekân… Yarısına kadar su doldurulmuş orta boy tencere… Bir mum… Bez keseye doldurulmuş bir tutam tuz ve sözde tılsımlı kelimeler… Merakın, korkuya galebe çaldığı sahte ruh çağırma seansı.

Şakayı hazırlayan Selim’di. Burak’sa, şakanın kurbanı olan arkadaş gurubundaki gençlerden birinin akrabası.

Işıklar söndürülmüş… Mum yakılmış… Seansa katılanlar tarafından mumun üzerinde sürekli döndürülen tencerenin içine, sözde tılsımlı kelimeler eşliğinde bir miktar tuz serpmişti Selim. Minare gölgesinde kurutulmuş, davul tozu niyetine…

Tencere, gençlerin parmakları üzerinde dönmeye devam ederken vefat eden bir yakınının ruhunu çağırmıştı Selim. Gelen, giden olmamıştı elbette. Sonra ortamda bulunanların ismini verdiği birkaç kişinin daha ruhunu…

“Geldim.” diyen olmamıştı yine… Tahtaya üç kere vuran…

Nihayetinde “Sanırım başarısız olduk arkadaşlar.” demişti Selim. “Çağırdığımız hiç bir ruh gelmedi. Yinede tedbirli olmak lazım… Malum, tehlikeli işler bunlar. Biz fark etmeden gelen olmuştur belki. Her ihtimale karşı seansı, duamızı ettikten sonra sonlandıralım.”

Dualar edilip, eller yüzlere sürüldükten sonra ışıklar yakılmış… Mekânın aydınlanmasıyla birlikte kahkaha tufanı kopmuştu. Mumun, tencereye bıraktığı is, gençlerin yüzlerindeydi artık.

Şakanın kurbanı olanların hiçbir zaman unutmadığı o gecede başlayan arkadaşlıkları zamanla dostluğa dönüşmüş… Sonraki yıllarda, yalnızca vatani görevlerini yerine getirirken uzak düşmüşlerdi birbirlerinden.

Yazmaya istidatı vardı Selim’in. Burak’ın da, rol yapmaya. İki yeteneğin bir araya gelmesi, sonraları daha nice efsane şakanın doğmasına vesile olmuştu. İki sene evvel, sırf eğlenmek için cep telefonu kamerasıyla çektikleri kısa film sosyal medyada olağanüstü bir hızda yayılmış… Bir ajans tarafından Burak’a, oyunculuk yapması için teklifte bulunulmuştu. Fiziği düzgün, yakışıklı ve yetenekliydi neticede...

Üç reklam filmi… İki dizide, ufak çaplı… Bir filmde, ikinci adam olarak aldığı rolün ardından nihayet bir başrol için görüşmelere başlamıştı Burak. Selim’in, iş için şehir dışına çıkmak zorunda kaldığı demlerde.

Dönüşünde öğrenmek istediği son gelişmeler, o görüşmelerin nasıl sonuçlandığıydı ağırlıkla. Fadime Teyze’nin şok edici sözlerinin ardından aşağıya inen Burak’tan, rolü kaptığı haberini alarak önce sevinmiş… Yaşlı kadının asabiyetinin sebebini öğrendiğinde de sinirleri tavan yapmıştı.

Aynı ajansa bağlı olarak çalışan bir mankene tutulmuştu Burak. Görüşmeler sürerken tanışmış, daha doğrusu tanıştırılmış… Kalbini kaptırmıştı.

Kızın kim olduğunu, daha önceki birlikteliklerini öğrendiğinde; meselenin, ajansın reklam yatırımı olmaktan fazlası olmadığını hemen anlamıştı Selim. Ne var ki, durumun böyle olduğuna ikna edememişti en yakın dostunu. Ona göre; seviyorlardı birbirlerini, evleneceklerdi.

Yaşlı kadın, kendisine gösterdiği tepkide haklıydı bu durumda. Neticede onun kalemi vesile olmuştu, Burak’ın bu yollara girişine… Batağa saplanmak üzere oluşuna…

Öfkelenmiş… Bu sevdadan vazgeçmediği sürece görüşmek istemediğini belirterek yanından ayrılmıştı. Lakin görünen oydu ki; ne Burak aşkından, ne de ajans izin vermedikçe manken kız ondan vazgeçecekti.

Etkinlik mekanının kapısına geldiğinde, düşüncelerinden sıyrılmaya çalışarak kendini içeri attı Selim. Üyeler, başlamak üzere olan programı izlemek için, kendilerine hazırlanan koltuklara yerleşiyorlardı. Çevreyi gözleriyle kolaçan ederek tanıdık bir sima aradı. Tanıdığı ama tanışamadığı şair Günbeyli’yi gördüğünde heyecanla onun olduğu tarafa yöneldi. Arka sırasındaki koltuğa yerleşirken; onun, ismini hatırlayamadığı hikâye yazarının kulağına fısıldadığı sözlere kulak misafiri oldu.

“Bu Korana denilen illetin ayaklarına sıkmak lazım…”

Salgının; insanları sevdiklerinden ayrı düşürmesinden… Dost meclislerini dağıtmasından… Muhabbeti engellemesinden şikâyetçiydi belli ki… Nihayetinde bir gönül insanıydı. Ortamdaki hemen herkesin aklından geçeni, o kocaman yüreğinde yumuşatarak dile getirmişti. Yoksa ellerinden gelse değil bacaklarına sıkmak, füze atmaya hazırdı hazirun… Sonuna kadarda haklılardı.

Şehir dışına, Korana’dan vefat eden bir iş arkadaşının çalışmalarını tamamlayabilmek için çıkmıştı Selim. Peşine, kendiside hastalanmış, iki hafta karantinada kalmıştı. Sonrada…

Daldığı derinlikten, Günbeyli’nin kurduğu cümle aklının dehlizlerinde tekrar yankılanınca yüzeye çıktı.

“Bu Korana denilen illetin ayaklarına sıkmak lazım…”

 Gözleri parladı. “Korana’nın değil ama…” diye mırıldandı. “Kimin ayaklarına sıkacağımı biliyorum. Teşekkürler koca yürekli şair.”

Çınlamayı işittiğinde, cep telefonuna düşen mesaja göz attı. Aramalarına cevap vermediği için, mesaj atmıştı Burak. Hemen cevap yazdı.

“Bir şartla görüşmeyi kabul ederim. Öğrenmek istiyorsan saat dörtte, eski mekânda buluşalım.”

* * *

Lüks araç, uluslararası üne sahip otomobil markasına ait araba pazarlayan bayiinin önünde durdu. Arka koltukta oturan genç adam şoförün omzuna dokunarak;

- Teşekkür ederiz Hamit, dedi. İnşallah bundan sonra sana yük olmayacağız.

- Estağfurullah Efendim, dedi şoför. Görevim…

Aynadan kendini kesen şoföre tebessüm ederek mukabele ettikten sonra yan tarafında oturan genç kadına döndü;

- Kendi arabamızı seçmeye hazır mısın canım?

- Senin mutlu olmanı sağlayacak her şeye dünden hazırım hayatım.

Pazarlama sorumlusu, avını gözüne kestirmiş bir avcı edasıyla daha kapıda karşıladı genç çifti. Fark ettirmeden yanına yönlendirdiği bir modelin özelliklerini ve neden o araca sahip olmaları gerektiğini anlatmaya başladı. Kararsız olduklarını hissettiğinde, koltuklara oturmalarını ve konforu hissetmelerini rica etti.

“Anlattığı kadar var.” dedi genç adam, koltuğa yayıldığında. “İçi, dışından daha geniş sanki…” İncelemesi bitip araçtan çıktığında, kendilerinden sonra gelen bir kişinin daha aynı araçla ilgilendiğini görerek;

- Sıkı araba, dedi.

- Öyle görünüyor, diye cevapladı adam, bakışlarını kendisine laf atan gence doğru çevirirken...

Neden sonra bakışları sabitlendi. Suratının yarısını kapatan siyah gözlüklerin dahi gizleyemediği bir gerginlik oluştu yüzünde.

- Sen! Dedi, gözlüklerini çıkartırken. Gökte ararken yerde bulmak, dedikleri bu olsa gerek…

Muhatabını nihayet tanıyan genç adam şaşkındı;

- Nasıl çıktın?

Diğer adam elini beline atarak;

- Bunun bir önemi yok. Önemli olan, bir daha karşıma çıkarsan başına gelecekleri biliyor olman…

Belinden çıkardığı silahın namlusu göründüğünde, eline hamle yaparak müdahale etmeye çalıştı genç adam. Boğuşma esnasında bir el silah sesi duyuldu. Beyaz pantolonu kızıla dönüşürken yere devrildi. Patlayan silahtan çıkan mermi ayağına isabet etmiş olmalıydı. Yere düşen genç adamın beyaz pantolonu kızıla dönmeye başladı. 

Silahını, şaşkın bakışlarla olayı izleyen pazarlama sorumlusuna çevirerek müdahil olmaması gerektiğini ima ettikten sonra “Bu yeterli değil.” dedi adam. Bu defa silahın namlusunu genç kadına çevirdi ve “Tıpkı senin yaptığın gibi sevdiğin birine zarar vermeliyim belki de Burak Efendi…”

“Sevgiline…”

Yerde acı içinde kıvranan Burak;

- Saçının teline bile dokunursan seni…

Genç kadın araya girince cümlesini tamamlayamadı.

- Ben onun sevgilisi değilim, dedi biraz ürkek…

- Ne?

- Bak bu ilginç, dedi silahlı şahıs. Magazin programlarında öyle söylemiyorlar ama…

- Amaçta bu ya zaten, dedi genç kadın. O programlarda boy gösterip, prim yapabilmek için kurgulanmış bir reklam aşkı bizimkisi sadece.

Sesi ilk konuştuğu andaki gibi titremiyordu artık. İtirafın verdiği cesaretle korkusunu yenmiş olmalıydı. Devam etti;

- Piyasaya yeni giren… Unutulmaya başlayan… Yeni filmi yahut kaseti çıkan çoğu sanatçının yaptığı ve neredeyse herkesin bildiği gibi… Madem herkes biliyor, nasıl hala prim yapabiliyor diyecek olursanız, işte onu kimse bilmiyor? Ekranlara yansıyan o büyük aşkların, kavgaların, ayrılıkların gerçek olduğuna inanacak kadar saf değilsiniz herhalde?

- Tüm bunları korktuğun için söylüyorsun, biliyorum. Ama korkma. Sana hiçbir şey yapamaz.

- Saçmalama Burak. Hakikaten sana âşık olduğumu mu zannettin?

- Değil miydin?

- Tabi ki değildim. Bana verilen rolü oynadım sadece. Ve zaten sıkılmıştım artık.

Burak’la konuşması biten genç kadın, bu kez silahlı şahsa dönerek;

- Bakın beyefendi. Aranızdaki problemin ne olduğunu bilmiyorum. Ve beni de hiç ilgilendirmiyor. Şimdi müsaade ederseniz buradan çıkıp gitmek istiyorum.

Silahlı şahsın, başını hafif eğerek onay verdiğini belli etmesiyle kapıya yöneldi genç kadın. Tam çıkmak üzereyken durdu ve şaşkınlıkla kendisini izleyen üçlüye yüzünü dönerek;

- Aslında bu vurulma olayı güzel reklam olurdu ama… Neyse… Canımı sokakta bulmadım.

Genç kadının bayiden ayrılmasının ardından, yüzündeki hayal kırıklığı ifadesi bariz bir şekilde belli olan Burak’a elini uzattı silahlı adam.

- Senin kadar yetenekli değilim ama iyi oynadım değil mi?

 

Saat dörtte, eski buluşma mekânları olan çay bahçesinde buluştuklarında, “Madem sevgisinden bu kadar eminsin, ufak bir sınavdan geçirelim.” demişti Selim, eski dostuna. “Eğer başarılı olursa, birlikteliğiniz için elimden ne geliyorsa yapacağıma söz veriyorum.”

Sevdasından emin olan Burak, tereddütsüz kabul etmişti bu teklifi.

Tanıdık bir bayii… Sahte kanama düzeneği… Ana hatlarını Selim’in yazdığı ve kalanı doğaçlama oynanan bir oyun, ışık hızında çıkarmıştı gerçeği ortaya.

Üzgün ama bir o kadar da memnundu Burak. Kandırılmaktan ve farkında olmadan da olsa insanları kandırıyor olmaktan kurtulduğu için. Kendisine danışmadan üzerine kurgu yazan ajansla bağını kesmiş, başka bir ajansla dirsek temasına geçmişti.

Sözde sevgilisi, çoktan yeni bir aşka yelken açmıştı.

Annesi, hüzün ve pişmanlıktan başka getirisi olmayacak yalan bir aşktan oğlu kurtulduğu için memnundu.

Selim, eski dostunu kaybetmemiş olmaktan memnundu. Ama en çok, Fadime Teyze’nin nazarında cinlikten, Karin Melekliğine terfi etmiş olmaktan memnundu. Korana denilen illetin, ayaklarına sıkmış kadar da olmuştu.

Günbeyli, kurmuş olduğu cümlenin kaç insanın hayatına etki ettiğinden, duyulan memnuniyetlerden habersiz, hayatına devam ediyordu.

 

Faruk Yılmazer

 

Ağaç Ev (Hikaye)

Mahallenin çocukları, kendilerine kızmayacağını bildikleri Nasreddin Hoca’ya şaka yapmak istemişler. Hoca’yı ağaca çıkaracak… Çarıklarını alıp uzaklaşacak… Saklandıkları yerden halini seyredip güleceklermiş.

Hoca’nın geçeceği saatlerde, yolu üzerindeki büyükçe bir ağaca kasıtlı olarak uçurtmalarını taktırmış… O geçerken de;

- Hocam uçurtmamız ağaca takıldı. Biz çıkıp kurtaramadık. Bize yardımcı olur musun, demişler?

- Bir deneyelim bakalım, demesinin ardından çıkardığı çarıklarını beline sarılı kuşağa sıkıştırmış Hoca.

Planları bozulan çocuklar;

- Hocam, ağaçta çarıkları ne yapacaksın?

- Belli olmaz ki çocuklar, demiş Hoca. Size yaptığım bu iyiliğe karşı Rabbim, belki bana ağaçtan öteye bir yol ikram eder.

* * *

Komşu sahil kasabasının tedarikçiliği üzerine kurulu olan ekonomileri, isimlerinin başına “Süper… Hiper…” gibi Türkçe bile olmayan sıfatlar ekleyen marketlerin belde de çoğalması üzerine çökmüş… Orman işçiliği, ufak çaplı tarım, arıcılık, şifalı ot toplamacılığı gibi düşük akçeli işler geçinmeye yeterli gelmediği için, göç mecburi hale gelmiş... Gençlerin çoktan terk ettiği pek çok orman köyünün bağlı olduğu Batı Karadeniz kasabası; son günlerini doğdukları topraklar üzerinde geçirmek isteyen ihtiyarlardan oluşan, hayalet bir kasabaya dönüşmüştü neredeyse.

O, doğduğu kasabaya geri dönene kadar…

* * *

- Kasabanın bir geliri yok Kısmet Bey. İnsanlar neden geri dönsünler ki, dedi Belediye Başkanı?

- Olacak.

- Nasıl?

- Turizmle

- Yapmayın Allah aşkına Kısmet Bey.

Konuşan kaymakamdı bu defa.

- Kendi insanını bile tutamayan bir kasabaya turist neden gelsin? Komşu kasaba gibi denize kıyımız olsa neyse. Kaldı ki, sezon çok kısa olduğu, yağmurlar erken başladığı için onlar bile tam randıman elde edemiyorken…

- Denize ihtiyacımız yok. Göl manzaralı mükemmel bir ormanımız var.

- Yani, dedi Belediye Başkanı.

- Ağaç Ev Oteli kuracağız.

- Ağaç Ev Oteli? Siz ciddi misiniz?

- Elbette…

- Peki, bu ormanlarımıza zarar vermez mi?

- Kesinlikle vermeyecek. Ağaçların üzerine; şekline, yapısına göre, zarar görmeyeceği küçük evler inşa edeceğiz. Şehir hayatından bıkan, bir süre de olsa tabiatla baş başa kalmak isteyenleri cezbeden… Yaz turizmine de, kış turizmine de hitap edecek küçük evler.

- Ya maliyet? Yönetim?

- Malzemeye çok bir para vermeyeceğiz zaten. İşçiliği de, bizzat kendimiz yapacağız. Yönetim için de bir dernek kurarız.


* * *

Merkeze yakın köylerden birinde doğmuştu Kısmet. Ailesi, biri doğum anında, diğeri henüz yaşını doldurmadan vefat eden iki ağabeyinin ardından dünyaya geldiğinde “Kısmet” adını koymayı uygun görmüştü ona. Belki, kısmetli olsun, yaşasın diye… Belki de, “Acaba bu yaşayacak mı? Kısmet!” cümlesinin aşikâr ettiği, merakı ve teslimiyeti harmanlayan bir ruh hali ile…

Kırk küsur yıl önce o beldede doğmuş… İlkokul çağlarında, ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etmiş… Yüksek tahsilini yurtdışında, Kaliforniya’da tamamlamıştı. Memlekete geri döndükten kısa bir süre sonra parmakla gösterilen mimarlar arasına girmeyi başarmıştı. İsmi gibi kısmetliydi yani… En azından, tanıyanlar öyle olduğunu düşünüyorlardı. Bir orman köyünde doğup, ünlü bir mimar olmak herkese nasip olmuyordu neticede…

Ta ki; tıp eğitimi devam ederken tanıştığı ve nihayet hayatını birleştirdiği Tuğba Hanımefendiyle olan mutlu evlilikleri çatırdamaya başlayana kadar. Sebebini kimsenin anlayamadığı, tek evlatları olan kızları Seda’nın dahi, harç olamadığı…

O duygusal boşlukta, kırk yedi yaşını geride bıraktığı gün radikal bir karar almış… Doğduğu topraklara geri dönmeye karar vermiş... Kısa sayılabilecek bir zaman zarfında da çevresini şaşkınlığa uğratan bu kararını uygulamaya koymuştu.

Tuğba Hanımefendi, kafasını toplayıp geri döneceği inancını dualarına ekleyerek üzgün ve de kırgın yolcu etmişi eşini.

Yalnızdı yolculuğunda…

Hatırladığı gibi bulamamıştı elbette köyünü. Köyün en yaşlısı Ormancı Sabri de olmasa, tanıdığı hiç kimse yoktu neredeyse. O çok sevdiği, çocukluk zamanlarının Sabri Amcası, kasabanın Hacı Sabri dedesiydi artık. Issızlığın sebebi belliydi, çaresi belirsiz.

Kasabanın tek oteline yerleşmişti. Kendinden başka müşterisi olmayan…

Ata toprağının düştüğü durum üzerine bir süre düşünmüş… Nihayet Hacı Sabri’nin aracılığıyla köy muhtarlarının, belediye başkanının, kaymakamın ve sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen esnafın katıldığı bir toplantı düzenlemeye muvaffak olmuş… Durumu kabullenmek yerine, kasabalarını kurtarmak için savaşmaları gerektiğine ikna etmişti hepsini. Bir projesi vardı.

* * *

- Mükemmel bir iş başardık.” dedi, Belediye Başkanı.

Makam odasında, ziyaretine gelen eşraf ile sohbetteydi.

- Tanıtım programı televizyonlarda yayınlandığından beri arkadaşlarımız telefonlara bakmaya yetişemiyor. Daha şimdiden altı ayımız ful dolu. Kasabaya geri dönmek isteyenler olduğuna dair haberler de geliyor.

- Biz değil, o başardı, dedi Hacı Sabri

- Haklısınız Sabri Bey, dedi Kaymakam. Kısmet Bey, mükemmel bir iş başardı. Hem projeyi çizdi, hem bedenen çalıştı. Hakkı ödenmez. Fakat neden burada değil?

- Dün akşam gördüm, hafif  rahatsızdı. Ondan gelemedi herhalde.

Belediye Başkanı;

- O bize gelemediyse, biz ona gidelim o zaman. Teşekkür edelim.

Heyet, barınmanın haricinde ofis olarak da kullandığı otele yaklaştığında, şehir merkezinden geldiği belli olan bir ambulansın sirenlerini acı acı çalarak uzaklaştığına şahit oldu. Aracın arkasından nemli gözlerle bakan otel yöneticisiyle Hacı Sabri’nin bakışları birleşti. Başını olumsuz manada sallayan işletmeci;

- Birdenbire fenalaştı. Sağlık görevlileriyle konuşurken duydum, dördüncü evre kanser hastasıymış. Kimseye söylememiş.

Gözyaşları, aksakallarına karışan Hacı Rasim; Kısmet’in, kapısı açık kalan odasına girdi sessizce. Çalışma masasının üzerinde duran eski masal kitabını gördüğünde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu artık. Kitabı eline aldı;

- Bu kitabı ona, tam kırk sene önce ben hediye etmiştim.

Arkasından gelen Belediye Başkanının gözleri, kitabın kapağındaki resme takıldı önce. İlk yaptıkları ağaç ev, resimdeki evin birebir kopyasıydı. Sonra kitabın ismini okudu;

 “Ağaç Ev”

- Vay canına, dedi. Bir kitabın, bir coğrafyaya bu kadar etki edeceğine, şahidi olmasam asla inanmazdım.

- Belli ki, ağaçtan öteye gidecek yolunu arıyordu, dedi Hacı Sabri. Coğrafyamız gibi… İkramını… Kısmetini…

Sevdiklerinin, hayat ışığının soluşuna şahit olmasını istememişti Kısmet. Sessizce uzaklaşmıştı yanlarından. Kasabasının durumunu gördüğünde, çocukluk zamanlarında sahibi olduğu… Hayatına dokunan ilk edebiyat eserini okuduktan sonra kurduğu hayaller canlanmıştı gözlerinde. Ve tek bir cümle kurmuştu.

“Kendi hayat ışığımız sönmeden, başka hayatlara dokunabilecek miyiz bakalım? Kısmet!”

 

Faruk Yılmazer