1 Ekim 2023 Pazar

Tasvir (Hikaye)


 

Yaşam alanının onlarca metre altında çakılıp kalmasına sebep olan şekilleri hayranlık dolu bakışlarla tekrar gözden geçirirken “muhteşem” diye mırıldandı. İki boyutlu olmalarına rağmen bir derinlikleri varmış izlenimi veren görselleri ölümsüzleştirmek için elinde tuttuğu cep telefonunun kamerasını açarken sözünü tekrarladı;

“Muhteşem! Gerçekten muhteşem! Doğa, her konuda olduğu gibi, sanat konusunda da bizden katbekat ileri…”

Üç boyutu sarmaladığı için dördüncü bir boyut olarak kabullenilen zamanın, ikinci boyutu neden etkilemediği konusunu bir dönem çok düşünmüş, araştırmış lakin tatmin olabileceği bir cevap bulamamıştı. Sabit… Donuk…

An ile zaman arasındaki ilişkidendi belki… Neticede hangisinin, hangisinden geçtiği konusunda bilim adamları dahi uzlaşamıyordu. Belki de o boyut, atomların dahi hareket edemediği mutlak sıfırı yaşıyordu. Kim bilir? En ufak bir hareketlerinin, içinde bulunduğu ruh halini endişe ve paniğe terk edeceği düşüncesi, “Aman böyle kalsın.” diye söylenmesine sebep oldu.

Henüz tek bir kareyi kayıt altına almıştı ki, duyduğu sesle irkildi;

- Burada fotoğraf çekemezsiniz beyefendi.

Bir süredir kendisini uzaktan izleyen güvenlik görevlisinden başkası değildi sesin sahibi. Daldığı için yaklaştığını fark edememişti. Aklından geçen, “Ne alaka?” sorusunu kelimelere dökmedi. Bazı tartışmalara hiç girilmemesi gerektiğini bilecek kadar deneyim sahibiydi hayatta… Bazı kavgaların asla kazanılmaması gerektiğini…

- Öyle mi?

- Maalesef efendim.

Telefonun kamerasını kapatıp cebine koyarken;

- Pekâlâ. Madem öyle diyorsun.

İşin aslı; İstanbul’da, yer seviyesinin onlarca metre altında bulunan bir metro istasyonundaydı. Dikkatini celbeden görselse; nemin, duvar sıvalarının yüzeyinde oluşturduğu şahsına münhasır lekelerden ibaretti. Korku romanlarının zihinde oluşturduğu imgelere benzer… Yahut gecenin karanlığında, gölgelerin arkasına gizlenmiş yaratıklar olabileceğini anlatan Hollywood filmlerinden bir sahne kıvamında.

Perona giriş yapan tren kapılarını açtığında, güvenlik görevlisinin süzen bakışları altında vagona girdi. Görevlinin kendisinden şüphelenmesine sebep; lekeleri inceleme maksadıyla, önceki üç seferi es geçmesi olmalıydı. Dolayısıyla, yarım saat sonra gelerek değil fotoğraf, alanın tamamını videoya çekse kimsenin umurunda olmayacaktı.

 

* * *

 

“Neden, en iyi bildiğimiz işi yapmıyoruz?”

Büyük sermaye gerektiren lakin ellerinde, kıdem tazminatlarından başka maddiyat bulunmayan dört arkadaşın birlikte şirket kurmalarına zemin hazırlayan cümleydi bu.

En iyi bildikleri iş…

Halil, ışıklandırma konusunda uzmandı. Salih, ses… Taner, görüntü… İlker, elektrik…

Festival, konser, miting ve benzeri etkinlikler için sistem kuran bir firmada uzun yıllar birlikte çalışmış… Patronlarının, işyerlerini kapatma kararı almasının ardından ortada kalmış dört arkadaş.

Kendiişlerinin sahibi olmanın cazibesi çok fazla ölçüp tartmadan harekete geçmelerine sebep olmuşsa da; Siyasi Partiler, Belediyeler ve ünlü sanatçılarla çalışılan bu sektörde yeni olmanın zorluğunu daha işin başında anlamışlardı. Büyük makamlarda tanıdığın yoksa görünmez olduğunu…

Üstelik kullanmaları gereken cihazların maliyeti, karşılayabileceklerinin çok üzerindeydi. Kiralayarak, eski dostlarından ödünç alarak bu sorunu nispeten aşmaya ve düğün salonu, dernek gibi mekânlarda küçük işler yaparak harçlıklarını çıkarmaya bir müddet muvaffak olmuşlardı. Fakat işler iyiye gitmiyordu.

Tam ümitlerin kırılmaya başladığı anda çalan telefon umutlarını yeniden yeşertmişti.

Arayan, ünlü bir menajerdi. Bir Güney belediyesiyle iş bağladığını… Beş gün sürecek korku temalı bir festival düzenlemesi gerektiğini ve onlarla çalışmak istediğini söylemiş… Benzer etkinliklerden kayıtlar göndererek zenginleştirmelerini ve maliyet çıkarmalarını istemişti. İçinde bulundukları şartlar dâhilinde, kendilerine nasıl ulaştığı sorusu, en son düşünülecek konuydu.

Bilgisayara aktardığı fotoğrafları atölyedeki dev ekrana yansıtırken oldukça keyifliydi Taner;

- Bunlara bayılacaksınız.

Ekip arkadaşlarının üzerinde odaklanan meraklı bakışlarını gülümseyerek karşıladı;

- Müthiş görseller yakaladım.

Kısa süreli slâyt gösterisinin sonlanmasının ardından Salih;

- Bunlar, bize gönderilen kayıttakilerden çok daha iyi.

- Sen onları, üzerlerinde yapacağım çalışmaları tamamladıktan sonra gör bir de.

- Harikasın.

- Eyvallah. Sen neler yaptın?

- Şu internette dolaşan meşhur ses kaydı var ya, onun üzerinde çalışıyorum. Ama tamamlamadan dinletmem.

- Bu ikisi bu kadar heyecanlandığına göre kaçarı yok. İş bizim, dedi Halil neşeyle.

Taner;

- Hangi ses kaydı?

- Bir dönem Rusya’da, derin bir sondaj alanına cihaz salarak yaptıkları söylenen sözde kayıt. Cehennem’in sesini kaydettik, diye dünyaya yaymışlardı hani…

Önce, Salih’in kurmuş olduğu cümledeki iki kelime, Taner’in kafasının içinde birkaç sefer yankılandı.

“Cehennem’in sesi…”

Sonra da, kulakları sağır edebilecek şiddetteki derin uğultu ve kıyametin koptuğunu düşündüren bitmek bilmeyen yıkım sesleri.

“Al sana, Cehennem’in sesi”, diye mırıldanırken bambaşka bir mekândaydı artık. Bir otel odasında, yan yatan kolonun duvara yaslanarak oluşturduğu, hayatını kurtaran ama aynı zamanda ölümü beklemesine sebep olan üçgen alanda…

Aslında uzun zamandır oradaydı ve içinin geçtiği demlerde orada bulunmasına sebep olan olayları hatırlıyordu.

İkinci sarsıntının ardından çekmeyen ve artık neredeyse pili bitmek üzere olan cep telefonunun solgun ışığında, çevresini saran enkaz korkutucu siluetlere bürünürken tekrar söylendi;

“Al sana, muhteşem görseller. Al sana, korku festivali.”

Menajerin gönderdiği kayıtları incelemelerinin ardından İlker’in gösterdiği tepkiyi anımsadı;

“Bu işi almak istediğimize emin miyiz arkadaşlar?”

“Neden?”

“Ne bileyim? Festivalden ziyade, ayine benziyor.”

Maliyet hesabının tamamlanabilmesi için etkinlik alanının incelenmesi gerekiyordu. En başından beri bu görev Taner’indi. Deprem yaşanmadan yaklaşık otuz altı saat önce şehre giriş yapmış… Çalışmalarını tamamlamış… Arkadaşlarının da onayını aldıktan sonra iki yüz kırk bin lira fatura çıkarmıştı. Emsallerine göre cüzi bir miktardı ve pek bir para kazanamayacaklardı belki. Fakat bu iş sayesinde tanınmaları için gerekli olan eşiği geçmiş olacaklardı.

Görüşme için kendisini almaya gelen menajerin şoförünü gördüğünde büyük bir mutluluk yaşamıştı Taner. Dünya küçük bir yerdi ve yıllardır görüşemediği asker arkadaşı Reşit onbaşı karşısındaydı. İkili, yol boyunca sohbet etmiş, hasret gidermişlerdi. Buluşma mekânına yaklaştıklarında Taner’in anlam veremediği bir cümle kurmuştu Reşit;

“Sakın beni tanıdığını belli etme.”

Duyduğunu sandığı bir ses düşüncelerini böldü. Kurtarma ekibi mi gelmişti yoksa? Ama hayır. Kimse yoktu. Hesabını yapamadığı kadar uzun bir süredir göçük altındaydı ve birileri gelecek olsa, şimdiye kadar gelirdi. Hayatından umudu çoktan kesmiş olmalılardı. Âdeti olduğu üzere her daim başucunda tuttuğu pet şişedeki suyla şu ana kadar idare etmişti fakat artık o da artık bitmek üzereydi. İçinde kalan son birkaç yudum suyu içtikten sonra gayrı ihtiyari bağırdı;

“Neden gelmiyorlar?”

Ülkenin neredeyse yüzde yirmisinin aynı felakete duçar olduğundan haberi yoktu henüz.

Belediye Başkanının, belirledikleri ücreti fazla bulduğunu, biraz indirim yapmalarını talep ettiğini iletmişti menajer. Etkinliğin dört güne düşürülmesi karşılığında, yüz yetmiş bin liraya razı olmuştu ekip. Bu miktar, sadece yapacak oldukları masrafın karşılığı olsa da ilerisi için büyük bir adımdı.

Teklifin son halini ilettikten sonra kaldığı otelde inzivaya çekildi Tamer. Alacağı cevaba göre yön çizecekti. O gece yani depremden birkaç saat önce bir misafiri vardı. Asker arkadaşı Reşit, patronunu kaldığı rezidansa bıraktıktan sonra ziyaretine gelmişti.

Menajerin, Türk asıllı olmadığını… Yurt içinde ve yurt dışında çok geniş bir çevresi olduğunu… Aşırı kurnaz olduğunu… Çok zengin olmasına rağmen, yaptıracağı işleri en zor durumdaki insanları bulup bedava denilecek rakamlara onlara yaptırdığını anlattı sohbet ederlerken.

Hak sahiplerine vermekten imtina ettiği parayı, aracılara fazlasıyla vermekten çekinmediğini de ekledi.

- Senin vermiş olduğun iki yüz kırk bin lira teklif, Belediyeye kaç para olarak yansıdı biliyor musun, diye sordu Taner’e?

- İki ye mi katlandı yoksa?

- Evet. Önce ikiye… Sonra birkaç kere daha ikiye katlandı.

- Nasıl yani?

- Teklif, bir milyon sekiz yüz kırk bin lira olarak başkanın masasında duruyor.

- Yok artık, derken teklifinin neden yüksek bulunduğunu anlamıştı artık Taner. Ve Reşit’in “Sakın beni tanıdığını belli etme.” demesinin sebebi hikmetini… Bir de benden indirim istedi.

- Evet duydum. Son teklifin belediyeye kaç para olarak yansıdı henüz bilmiyorum ama sabaha kadar öğrenirim. Çok fazla değişeceğini de sanmıyorum.

- Bu denli yüksek bir rakamı kabul etmezler herhalde?

- Bilmiyorum. Ama genellikle kabul ederler.

- Ama bu halkın parasını çarçur etmek olur.

- Maalesef.

- Yok. Ne ben, ne de arkadaşlarım böyle bir vebalin altına giremeyiz. Yarın uçağa atlatıp İstanbul’a geri dönüyorum.

Yine bir ses duyduğunu düşündü. . Kulak kabarttığında bu kez yanılmadığını anladı. Ses, giderek şiddetlenmeye, çevresindeki molozlar titremeye başladı.

“Aman Allah’ım!” diye bağırdı. Yoksa faylar bir kere daha mı harekete geçmişti? Bu nasıl bir imtihandı? Korku festivali için donanım hazırlayacağı şehirde, bizzat korkuya maruz kalmıştı. Kaderine ram olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.

Bulunduğu dar alanda ellerini kaldırabildiği kadar yukarı kaldırdı, gözlerini yumdu.

“Ey güzel Allah’ım. Biliyorsun. Bu günaha ortak olmayacaktım.”

Sonra bir ses duydu;

- Taner.

Gözlerini araladı. Üst taraftan solgun bir ışık süzüldüğünü fark edince önündeki molozları basamak yaparak oraya yöneldi. “Işığa doğru yürümek bu olmasa gerek…” diye düşündü.

- Taner. Orada mısın?

- Evet. Buradayım. Yaşıyorum.

Reşit’in, “Çok şükür!” diyen ağlamaklı sesini duyunca onunda gözleri doldu.

- Tamam. Sakin ol. Az sonra seni kurtaracağız.

Birkaç saat sonra AKUT’un ve gönüllü insanların çalışmalarıyla gerçekten dışarıdaydı ve önemli bir fiziksel hasar görmemişti.

Bir kameranın önünde muhabirin “Evet sayın izleyiciler. Tam dört gün sonra, göçük altından bir vatandaşımız daha sağ olarak kurtarıldı.” Sözünü işittiğinde, kaç gündür orada olduğunu öğrenmiş oldu.

Gözyaşları içinde Reşit’e sarılırken kulağına fısıldadı;

- Öğrendiysen lütfen söyle. Ne kadar düştüler?

- İlginç adamsın, diye mırıldandıktan sonra, gerçekten ilk sorun bu mu, dedi Reşit?

- Evet lütfen.

- Yetmiş bin lira. Yani sizin düştüğünüz kadar. Ama artık bir önemi kalmadı.

Konuşmaya devam etmek üzere olan Reşit’i bir el hareketi ile susturdu;

- Doğru kararı vermişim, dedi ağlayarak. Vallahi, en doğru kararı vermişim.

Enkaz alanının görebildiği kadarını gözleriyle taradıktan sonra devam etti;

Tasviri böyleyse…

 

Faruk Yılmazer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder