Yaşam alanının onlarca
metre altında çakılıp kalmasına sebep olan şekilleri hayranlık dolu bakışlarla
tekrar gözden geçirirken “muhteşem” diye mırıldandı. İki boyutlu olmalarına
rağmen bir derinlikleri varmış izlenimi veren görselleri ölümsüzleştirmek için
elinde tuttuğu cep telefonunun kamerasını açarken sözünü tekrarladı;
“Muhteşem! Gerçekten
muhteşem! Doğa, her konuda olduğu gibi, sanat konusunda da bizden katbekat
ileri…”
Üç boyutu sarmaladığı
için dördüncü bir boyut olarak kabullenilen zamanın, ikinci boyutu neden
etkilemediği konusunu bir dönem çok düşünmüş, araştırmış lakin tatmin
olabileceği bir cevap bulamamıştı. Sabit… Donuk…
An ile zaman arasındaki
ilişkidendi belki… Neticede hangisinin, hangisinden geçtiği konusunda bilim adamları
dahi uzlaşamıyordu. Belki de o boyut, atomların dahi hareket edemediği mutlak
sıfırı yaşıyordu. Kim bilir? En ufak bir hareketlerinin, içinde bulunduğu ruh
halini endişe ve paniğe terk edeceği düşüncesi, “Aman böyle kalsın.” diye
söylenmesine sebep oldu.
Henüz tek bir kareyi
kayıt altına almıştı ki, duyduğu sesle irkildi;
- Burada fotoğraf
çekemezsiniz beyefendi.
Bir süredir kendisini
uzaktan izleyen güvenlik görevlisinden başkası değildi sesin sahibi. Daldığı
için yaklaştığını fark edememişti. Aklından geçen, “Ne alaka?” sorusunu
kelimelere dökmedi. Bazı tartışmalara hiç girilmemesi gerektiğini bilecek kadar
deneyim sahibiydi hayatta… Bazı kavgaların asla kazanılmaması gerektiğini…
- Öyle mi?
- Maalesef efendim.
Telefonun kamerasını
kapatıp cebine koyarken;
- Pekâlâ. Madem öyle
diyorsun.
İşin aslı; İstanbul’da,
yer seviyesinin onlarca metre altında bulunan bir metro istasyonundaydı.
Dikkatini celbeden görselse; nemin, duvar sıvalarının yüzeyinde oluşturduğu
şahsına münhasır lekelerden ibaretti. Korku romanlarının zihinde oluşturduğu
imgelere benzer… Yahut gecenin karanlığında, gölgelerin arkasına gizlenmiş
yaratıklar olabileceğini anlatan Hollywood filmlerinden bir sahne kıvamında.
Perona giriş yapan tren
kapılarını açtığında, güvenlik görevlisinin süzen bakışları altında vagona
girdi. Görevlinin kendisinden şüphelenmesine sebep; lekeleri inceleme
maksadıyla, önceki üç seferi es geçmesi olmalıydı. Dolayısıyla, yarım saat
sonra gelerek değil fotoğraf, alanın tamamını videoya çekse kimsenin umurunda
olmayacaktı.
* * *
“Neden, en iyi
bildiğimiz işi yapmıyoruz?”
Büyük sermaye
gerektiren lakin ellerinde, kıdem tazminatlarından başka maddiyat bulunmayan
dört arkadaşın birlikte şirket kurmalarına zemin hazırlayan cümleydi bu.
En iyi bildikleri iş…
Halil, ışıklandırma
konusunda uzmandı. Salih, ses… Taner, görüntü… İlker, elektrik…
Festival, konser,
miting ve benzeri etkinlikler için sistem kuran bir firmada uzun yıllar
birlikte çalışmış… Patronlarının, işyerlerini kapatma kararı almasının ardından
ortada kalmış dört arkadaş.
Kendiişlerinin sahibi
olmanın cazibesi çok fazla ölçüp tartmadan harekete geçmelerine sebep olmuşsa
da; Siyasi Partiler, Belediyeler ve ünlü sanatçılarla çalışılan bu sektörde
yeni olmanın zorluğunu daha işin başında anlamışlardı. Büyük makamlarda
tanıdığın yoksa görünmez olduğunu…
Üstelik kullanmaları
gereken cihazların maliyeti, karşılayabileceklerinin çok üzerindeydi.
Kiralayarak, eski dostlarından ödünç alarak bu sorunu nispeten aşmaya ve düğün
salonu, dernek gibi mekânlarda küçük işler yaparak harçlıklarını çıkarmaya bir
müddet muvaffak olmuşlardı. Fakat işler iyiye gitmiyordu.
Tam ümitlerin kırılmaya
başladığı anda çalan telefon umutlarını yeniden yeşertmişti.
Arayan, ünlü bir
menajerdi. Bir Güney belediyesiyle iş bağladığını… Beş gün sürecek korku temalı
bir festival düzenlemesi gerektiğini ve onlarla çalışmak istediğini söylemiş…
Benzer etkinliklerden kayıtlar göndererek zenginleştirmelerini ve maliyet
çıkarmalarını istemişti. İçinde bulundukları şartlar dâhilinde, kendilerine
nasıl ulaştığı sorusu, en son düşünülecek konuydu.
Bilgisayara aktardığı
fotoğrafları atölyedeki dev ekrana yansıtırken oldukça keyifliydi Taner;
- Bunlara
bayılacaksınız.
Ekip arkadaşlarının
üzerinde odaklanan meraklı bakışlarını gülümseyerek karşıladı;
- Müthiş görseller
yakaladım.
Kısa süreli slâyt
gösterisinin sonlanmasının ardından Salih;
- Bunlar, bize
gönderilen kayıttakilerden çok daha iyi.
- Sen onları,
üzerlerinde yapacağım çalışmaları tamamladıktan sonra gör bir de.
- Harikasın.
- Eyvallah. Sen neler
yaptın?
- Şu internette dolaşan
meşhur ses kaydı var ya, onun üzerinde çalışıyorum. Ama tamamlamadan dinletmem.
- Bu ikisi bu kadar
heyecanlandığına göre kaçarı yok. İş bizim, dedi Halil neşeyle.
Taner;
- Hangi ses kaydı?
- Bir dönem Rusya’da,
derin bir sondaj alanına cihaz salarak yaptıkları söylenen sözde kayıt.
Cehennem’in sesini kaydettik, diye dünyaya yaymışlardı hani…
Önce, Salih’in kurmuş
olduğu cümledeki iki kelime, Taner’in kafasının içinde birkaç sefer yankılandı.
“Cehennem’in sesi…”
Sonra da, kulakları
sağır edebilecek şiddetteki derin uğultu ve kıyametin koptuğunu düşündüren
bitmek bilmeyen yıkım sesleri.
“Al sana, Cehennem’in
sesi”, diye mırıldanırken bambaşka bir mekândaydı artık. Bir otel odasında, yan
yatan kolonun duvara yaslanarak oluşturduğu, hayatını kurtaran ama aynı zamanda
ölümü beklemesine sebep olan üçgen alanda…
Aslında uzun zamandır
oradaydı ve içinin geçtiği demlerde orada bulunmasına sebep olan olayları
hatırlıyordu.
İkinci sarsıntının
ardından çekmeyen ve artık neredeyse pili bitmek üzere olan cep telefonunun
solgun ışığında, çevresini saran enkaz korkutucu siluetlere bürünürken tekrar
söylendi;
“Al sana, muhteşem
görseller. Al sana, korku festivali.”
Menajerin gönderdiği
kayıtları incelemelerinin ardından İlker’in gösterdiği tepkiyi anımsadı;
“Bu işi almak
istediğimize emin miyiz arkadaşlar?”
“Neden?”
“Ne bileyim?
Festivalden ziyade, ayine benziyor.”
Maliyet hesabının
tamamlanabilmesi için etkinlik alanının incelenmesi gerekiyordu. En başından
beri bu görev Taner’indi. Deprem yaşanmadan yaklaşık otuz altı saat önce şehre
giriş yapmış… Çalışmalarını tamamlamış… Arkadaşlarının da onayını aldıktan
sonra iki yüz kırk bin lira fatura çıkarmıştı. Emsallerine göre cüzi bir
miktardı ve pek bir para kazanamayacaklardı belki. Fakat bu iş sayesinde
tanınmaları için gerekli olan eşiği geçmiş olacaklardı.
Görüşme için kendisini
almaya gelen menajerin şoförünü gördüğünde büyük bir mutluluk yaşamıştı Taner.
Dünya küçük bir yerdi ve yıllardır görüşemediği asker arkadaşı Reşit onbaşı
karşısındaydı. İkili, yol boyunca sohbet etmiş, hasret gidermişlerdi. Buluşma
mekânına yaklaştıklarında Taner’in anlam veremediği bir cümle kurmuştu Reşit;
“Sakın beni tanıdığını
belli etme.”
Duyduğunu sandığı bir
ses düşüncelerini böldü. Kurtarma ekibi mi gelmişti yoksa? Ama hayır. Kimse
yoktu. Hesabını yapamadığı kadar uzun bir süredir göçük altındaydı ve birileri
gelecek olsa, şimdiye kadar gelirdi. Hayatından umudu çoktan kesmiş
olmalılardı. Âdeti olduğu üzere her daim başucunda tuttuğu pet şişedeki suyla
şu ana kadar idare etmişti fakat artık o da artık bitmek üzereydi. İçinde kalan
son birkaç yudum suyu içtikten sonra gayrı ihtiyari bağırdı;
“Neden gelmiyorlar?”
Ülkenin neredeyse yüzde
yirmisinin aynı felakete duçar olduğundan haberi yoktu henüz.
Belediye Başkanının,
belirledikleri ücreti fazla bulduğunu, biraz indirim yapmalarını talep ettiğini
iletmişti menajer. Etkinliğin dört güne düşürülmesi karşılığında, yüz yetmiş
bin liraya razı olmuştu ekip. Bu miktar, sadece yapacak oldukları masrafın
karşılığı olsa da ilerisi için büyük bir adımdı.
Teklifin son halini
ilettikten sonra kaldığı otelde inzivaya çekildi Tamer. Alacağı cevaba göre yön
çizecekti. O gece yani depremden birkaç saat önce bir misafiri vardı. Asker
arkadaşı Reşit, patronunu kaldığı rezidansa bıraktıktan sonra ziyaretine
gelmişti.
Menajerin, Türk asıllı
olmadığını… Yurt içinde ve yurt dışında çok geniş bir çevresi olduğunu… Aşırı
kurnaz olduğunu… Çok zengin olmasına rağmen, yaptıracağı işleri en zor
durumdaki insanları bulup bedava denilecek rakamlara onlara yaptırdığını
anlattı sohbet ederlerken.
Hak sahiplerine
vermekten imtina ettiği parayı, aracılara fazlasıyla vermekten çekinmediğini de
ekledi.
- Senin vermiş olduğun
iki yüz kırk bin lira teklif, Belediyeye kaç para olarak yansıdı biliyor musun,
diye sordu Taner’e?
- İki ye mi katlandı
yoksa?
- Evet. Önce ikiye…
Sonra birkaç kere daha ikiye katlandı.
- Nasıl yani?
- Teklif, bir milyon
sekiz yüz kırk bin lira olarak başkanın masasında duruyor.
- Yok artık, derken
teklifinin neden yüksek bulunduğunu anlamıştı artık Taner. Ve Reşit’in “Sakın
beni tanıdığını belli etme.” demesinin sebebi hikmetini… Bir de benden indirim
istedi.
- Evet duydum. Son
teklifin belediyeye kaç para olarak yansıdı henüz bilmiyorum ama sabaha kadar
öğrenirim. Çok fazla değişeceğini de sanmıyorum.
- Bu denli yüksek bir
rakamı kabul etmezler herhalde?
- Bilmiyorum. Ama
genellikle kabul ederler.
- Ama bu halkın
parasını çarçur etmek olur.
- Maalesef.
- Yok. Ne ben, ne de
arkadaşlarım böyle bir vebalin altına giremeyiz. Yarın uçağa atlatıp İstanbul’a
geri dönüyorum.
Yine bir ses duyduğunu
düşündü. . Kulak kabarttığında bu kez yanılmadığını anladı. Ses, giderek
şiddetlenmeye, çevresindeki molozlar titremeye başladı.
“Aman Allah’ım!” diye
bağırdı. Yoksa faylar bir kere daha mı harekete geçmişti? Bu nasıl bir
imtihandı? Korku festivali için donanım hazırlayacağı şehirde, bizzat korkuya
maruz kalmıştı. Kaderine ram olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.
Bulunduğu dar alanda
ellerini kaldırabildiği kadar yukarı kaldırdı, gözlerini yumdu.
“Ey güzel Allah’ım.
Biliyorsun. Bu günaha ortak olmayacaktım.”
Sonra bir ses duydu;
- Taner.
Gözlerini araladı. Üst
taraftan solgun bir ışık süzüldüğünü fark edince önündeki molozları basamak
yaparak oraya yöneldi. “Işığa doğru yürümek bu olmasa gerek…” diye düşündü.
- Taner. Orada mısın?
- Evet. Buradayım.
Yaşıyorum.
Reşit’in, “Çok şükür!”
diyen ağlamaklı sesini duyunca onunda gözleri doldu.
- Tamam. Sakin ol. Az
sonra seni kurtaracağız.
Birkaç saat sonra
AKUT’un ve gönüllü insanların çalışmalarıyla gerçekten dışarıdaydı ve önemli
bir fiziksel hasar görmemişti.
Bir kameranın önünde
muhabirin “Evet sayın izleyiciler. Tam dört gün sonra, göçük altından bir
vatandaşımız daha sağ olarak kurtarıldı.” Sözünü işittiğinde, kaç gündür orada
olduğunu öğrenmiş oldu.
Gözyaşları içinde
Reşit’e sarılırken kulağına fısıldadı;
- Öğrendiysen lütfen
söyle. Ne kadar düştüler?
- İlginç adamsın, diye
mırıldandıktan sonra, gerçekten ilk sorun bu mu, dedi Reşit?
- Evet lütfen.
- Yetmiş bin lira. Yani
sizin düştüğünüz kadar. Ama artık bir önemi kalmadı.
Konuşmaya devam etmek
üzere olan Reşit’i bir el hareketi ile susturdu;
- Doğru kararı
vermişim, dedi ağlayarak. Vallahi, en doğru kararı vermişim.
Enkaz alanının
görebildiği kadarını gözleriyle taradıktan sonra devam etti;
Tasviri böyleyse…
Faruk Yılmazer