“Zaten
yalnızlığımın sebebi kitaplardaki kahramanları semtimde bulamayışım değil miydi?”
Sabahattin Ali
Apartman kapısını
anahtarıyla açsa da, daire kapısının ziline basmayı tercih etti Onur. Birkaç
saniye sonra kapıyı açan kızının şaşkınlık içeren yüz ifadesini, “Her şey
yolunda…” anlamına gelen anlık bir tebessümle savdı.
- Bugün erkencisin
babacım.
- İşler sakindi bugün.
Erken bıraktılar.
Pek tercih etmese de, beyaz
bir yalanın yatıştırıcı etkisi, ilaçlardan daha kuvvetli olabiliyordu bazen.
Reçetesizdi üstelik…
Genç kızın, eline
aldığı uzaktan kumanda aletiyle televizyondaki müzik programını kapatmasını engellemek
istese de, bunu sağlayacak doğru kelime beyninden yol bulup dudaklarına
ulaşamadı.
Göğü
kucaklayıp getirdim sana./ Kokla açılırsın.
Diyordu,
adaşı Onur. Çam kokusu ferahlığıyla... Cihaz kapatılmadan az önce…
Yuvadan
ayrılma hazırlıklarının başlamadan sonlanmasına sebep olduğu halde kendisine
küsmeyen minik kuşuna şefkatle baktı. Görücü gelen ekibi, iki saat geç
kaldıkları haklı gerekçesiyle kapıdan çevirerek sebep olduğu…
- Annen nerede kızım?
- Markete kadar gitti,
babacım. Az sonra gelir.
- Tamam. Ben odama
geçiyorum. Yemek saatine kadar biraz istirahat edeyim.
Bir köşesine
yerleştirdiği masa ile çalışma odası olarak da kullandığı küçük evinin yatak
odasına geçerken, şarkı diline takılmıştı bile;
Çam
kolonyası, getirdim sana…
Diline dolanan o
şarkıyla ilgili bir anısı yoktu aslında. Çam kolonyasıyla vardı.
Bir kuruyemişçi
dükkânı… Boş bir şişeye, çam kolonyası doldurtan genç bir bayan… Meşrubat
almaya girdiği dükkânda, ayağının tökezlemesi sonucu yaşanan kaza… Kırılan
şişe… Mekânı saran çam kokusu… Ve evlilikle sonuçlanan bir tanışıklık…
Yoksa onlar evlendikten
çok sonra bestelenmişti şiir. “Bu bizim şarkımız olsun.” demişti eşine, ilk
dinlediğinde. Romantizm dolu yılları çoktan geride bırakmış olmalarına rağmen…
“Geç gelen şarkımız…”
Odaya girerek kapıyı
kapattığında, istirahat etmek için yapması gerektiği gibi üzerini değişerek
yatağa uzanmadı. Çalışma masasının başına geçti. Önce, daktilosunun kapağını
kaldırarak bir kâğıt taktı. Boş sayfaya
uzun uzun bakmasına rağmen parmakları tuşlara gitmedi. Neden sonra masanın üst
bölümüne, duvara sabitlediği raftan bir kitap çekti aldı. Defalarca açıldığı
için artık iz yapmış olan sayfadan birkaç cümle okudu;
Sadeleştirilmiş
baskısında, ilk törpülenecek yan karakteriyim belki bir romanın… Albüme
sığmadığı için küçültülecek toplu çekilmiş fotoğrafın, kör makasla biçilecek
köşe sonu önemsizi belki de…
Ya da; varlığıyla yokluğu kefeleri
titretmeyen, bir ibre oynatmaz.
Odanın diğer köşesinden gelen, “Beni
mi çağırdın?” şeklindeki soru cümlesini işittiğinde bir süre tepkisiz kaldı.
Nihayet başını o tarafa çevirdi ve göz göze geldiği orta yaşın az üzerindeki
adama;
- Hiç yaşlanmayacaksın değil mi,
Çorali dedi?
Cevap vermek yerine, hafif bir
tebessüm ile mukabele etti adam.
- Tanıştığımızda, “yolun yarısı” dediği
yaştaydım, şairin. Şimdi, vefat ettiği yaşta… Sende en ufak bir değişiklik yok.
- Bunun mümkün olmadığını
biliyorsun.
- Haklısın. Biliyorum. Yine de…
- Yine de?
- Boş ver.
Bir sıkıntısı olduğunu ve hatta
sıkıntısının ne olduğunu anlamıştı gizemli misafir;
- Tavsiyelerimi uygulamadın mı?
Hikâyeyi
anımsadı. Bir metro istasyonunda yaşanan kaosun ardından ortam
kalabalıklaşınca, gideceği istikametin trenine değil, aksi yöne giden trene
binmişti Çorali. Bir durak geri giderek rahat bir yolculuk yapmayı planlıyor
olmalıydı. Giderken; “Bazen sorunları çözmek için, başlangıç noktasından bir
adım geriye gitmen gerekebilir.” demişti.
- Uyguladım, dedi. Fakat etkisi uzun
sürmedi.
Ekonomik problemler nedeniyle
okumakta olduğu Edebiyat fakültesini yarıda bırakmıştı Onur. Bir tekstil
firmasında işe girmiş… Depo sorumlusu olarak ömrünü tükettiği firmada yıllar
sonra terfi almış… Planlama bölümüne kapağı atabilmişti nihayet, bir sene kadar
önce. Kırk yaş üstü insanların beden yükünün azaltılması için, olması gerektiği
gibi…
Asgari personelle, azami iş çıkarma
gayreti güden firmada yıpranan bedeninin buna gerçekten ihtiyacı vardı. İplik
çuvallarının altında sürekli toza toprağa bulanan elbiselerinin yerini takım
elbise almıştı, yeni konumu gereği… Düşlediği gibi…
Lakin cevabını bulamadığı bir soru
vardı, beynini kemiren… Ayrılışıyla kendisine alan açan halefinin, istifasına
neyin sebep olduğu? Anlaması da uzun sürmemişti…
Pek çok insanın gözü olan… El ele
vererek birlikte yükselmek yerine, yengeç sepeti sendromu yaşayan insanlardan
oluşan gergin bir ortamdı burası. Yorucu, kaygan bir zemin…
Ayrıldığından beri, depoda da işler
pek yolunda gitmiyordu zaten. Patronuyla konuşarak, eski konumuna geri
dönmesinin herkes için daha faydalı olacağını söylemiş, öyle de olmuştu. Yeni
yerinde tutunamamış, bir adım geriye çekilmek zorunda kalmıştı yani. Fakat bel
ağrısı, dizlerindeki sıvı kaybı ve çabuk yoruluyor olması eski pozisyonunda da,
eskisi kadar verimli olmasının önüne geçiyordu artık. Beklenen son gelmiş; gün
itibariyle tazminat çeki eline tutuşturularak, hizmetleri için edilen kuru bir
teşekkürün ardından kapının önüne konmuştu.
Saatler
önce başlayan sol yanındaki ağrıya ilaveten gelişen sol kolundaki uyuşukluk,
kitabı daha fazla sol elinde tutmasının önüne geçti. Onu masanın üzerine
bırakarak, sağ eliyle başka bir kitap çekti aldı raftan. Pencereye vuran
damlacıklar yağmurun başladığını dile getirirken elindeki kitaptan birkaç satır
okudu;
- Tarifini bilmem. Ama iki hali vardır aşkın.
Bir rüzgâr, birde su hali…
-
İlginç.
-
Farklı noktaların ısı farkı savaşından hayat bulur rüzgâr. Rastgeledir. Kimi
zaman hedef yerini bulsa da, çoğu zaman bir çukurun dibine yahut ummanın
derinliğine gömülmeye götürür sürüklediklerini. Suyu dalgalandırması denize,
yeşili dalgalandırması ekine şifa olsa da; aşabileceği bir haddi olması, getirdiklerinden
fazlasını götürebileceğinden sakıncalıdır. Rüzgârla gelen, fırtınayla gider.
-
Anlık heveslerle gelen başka heveslerle gider, diye mırıldandı genç adam. Peki
ya su hali…
-
Evet. Birde su hali vardır aşkın. Kile şekil veren, kum ile çimentoyu beton
eden. Seyrüseferini devam ettirmek için çekip gittiğinde, birleştirici etkisi
asla gitmeyen. Hamuruna katılmıştır insanoğlunun, ter ve gözyaşı sızıntılarında
daha da kuvvetlenen.
- Beni de mi
suçlayacaksın, dedi bir ses?
Elbise dolabının
önünde, Çorali’nin yanında dikilen, ondan çok daha yaşlı adama saygıyla baktı;
- Suçlamak… Hayır.
Niyetim kesinlikle bu değil Abdürrahim Ağabey. Ben sadece…
- Her neyse. Senin
damat adayının “Aşkın su hali” ile hal-lenmesi için daha vakit var anlaşılan.
- Öyle görünüyor.
- Beklemen gerekiyor
demek ki… Biliyorsun. Zaman her şeyin ilacı…
Hüzünlendi;
- Evet ilaç. Ama küçük
bir hap yahut şurup gibi değil. Sol yanına saplanan bir şırınga gibi, çok can
yakıyor.
- Üzerine gitmemeli,
başka mevzulara odaklanmalısın belki de, dedi Çorali.
- Mesela?
- Mesela Ferhat, dedi.
Oğlun. O nasıl? Bir işe yerleşebildi mi?
Bir kitap daha
aralamanın vakti gelmişti işte. Daha doğrusu bir dergi…
İsmi
Rasim’di. Deli Rasim diyorlardı ona. Anlayamadığı insanlara halkın en çok
taktığı lakaplardandı… “Kırık… Mecnun… Meczup… Deli…” Önceleri sık
görüşüyorduk. Bir ithalat firmasında sürekli bir işe başladığım sonraki zaman
diliminde görüşmelerimiz azalmış olsa da, en azından hafta sonları yanına
uğrayarak halini hatırını sormayı ihmal etmemeye çalışıyordum. Çin’e, bir iş
seyahati için gitmem gerektiğinde helalleşmek için yanına uğradım. Ömrümde ilk
defa uçağa binecektim ve bu bende tarifsiz bir tedirginliğe sebep oluyordu.
Anlattığımda;
-
Kaç saat sürüyor ki bu yolculuk?
-
Gidiş on saat, dönüş on iki saat.
-
Neden? Dönüşte yorgun mu düşüyor uçak?
-
Yok. Ben de merak ederek soruşturdum. Dünyanın dönüşüyle ilgili dediler.
Giderken dünya bize doğru döndüğü için daha çabuk gidiyormuşuz.
Arada
öksürükle kesilen, uzun süreli bir kahkaha krizine girdi. Nihayetinde;
-
Eğer öyleyse pilota söyleyin boşuna benzin harcamasın.
-
Nasıl?
-
Biraz daha yükseğe çıkarak rölanti de takılsın. Nasıl olsa Çin, kendi kendine
gelir zaten.
Düzgün
bir araştırma yaptığımda bu zaman farkının dünyanın dönüşüyle alakasının
olmadığını, ters rüzgâr akımları sebebiyle oluştuğunu öğrenmiştim.
- Takım kurulmuş.
Anlaşılan bir ben eksikmişim, dedi Rasim.
- Sensiz olur mu hiç,
dedi Çorali. Burun kıvırarak. Kendinden rol çaldığını düşündüğü Deli Rasim’le
pek anlaşamıyorlardı.
Rasim, cevap vermeye
hazırlanırken;
- Başlamayın yine, dedi
Abdürrahim. Daha önemli meselelerimiz var.
- Ne oldu, dedi Rasim?
Ters rüzgâr akımlarının, bir onu etkilediği bahanesiyle hâlâ bir işe girmedi mi
Ferhat evladımız?
Şiddetlenen ağrısı
nedeniyle göğsünün sol tarafını ovalayan Onur, zorlanarak cevap verdi;
- Maalesef. Günümüzün
en gözde mesleklerinden olan “Reklamcılık” bölümünü okudu üniversitede ama hâlâ
boşta. Kendini destekleyecek rüzgârların eseceği günü bekliyor sanırım.
Oda kapısının
tıklatıldığını duyduğunda güçlükle ayağa kalktı. Ağrısı, dayanılmaz boyutlara
ulaşmıştı. Kapıya doğru zorlukla ilerlerken;
- Senin dertlerinin
devası, biz ihtiyarlar takımında değil belli ki, dedi Abdürrahim.
İçlerinde pek çok gizem
barındırdıklarına inandığı mahallenin ayyaşından, köyün delisinden, semtin
pir-i fanisinden devşirdiği… Amatörce yazdığı… Buna rağmen dergilerde,
kitaplarda yayınlatmayı başardığı hikâyelerin, yalnızlığını paylaşmaya gelen
karakterleri birer birer gözden kaybolurken kapıyı araladı. Okulunu yarım
bırakmış olsa da, içindeki edebiyat aşkı, yazma hırsı hiçbir zaman sönmemişti.
Karşısında duran
ufaklığı; elindeki, içine defne fidanı ekili saksıyı kendisine uzatarak
repliğini söylediğinde tanıdı.
- O’nun için fark etti.
Yaptığı hatalar
nedeniyle, yaşadığı şehri İstanbul’un kendisine küstüğüne inanan… Hiçbir şeyin
değişmeyeceğine kani olduğu için, yanlış olanı düzeltme uğraşı vermeyen… Yine
de, bir taş çatlağında hayat bulan defne fidanını hayatta tutabilmek için,
zahmete girip her gün sulamaya giden Ahmet isimli ihtiyara; fidanı, taşlar
arasından kurtarıp, toprakla buluşturarak ders veren küçük Ali’ydi gelen.
Çağrılmadığı halde gelmişti üstelik…
Kendini, kitap kahramanlarından
birinin onu ziyarete geldiği söylendiğinde, koşarak kapıya giden Balzac gibi
hissetti. Oysa çağırılmadan gelmezdi kendi kahramanları. Yanlış olan bir şeyler
vardı.
Şaşkınlık dolu gözlerle
küçük Ali’ye bakarken, çocuğun siluetinin değişerek uzun zaman birlikte
çalıştıkları, eski iş arkadaşı, yakın dostu Necdet’e dönüştüğünü hayretle
izledi.
- Hadi, dedi Necdet.
Seni götürmeye geldim.
Şimdi taşlar yerine
oturmuştu işte. Ölüm meleğinin, sevdiği bir insan suretinde kendine gelmesini
dilerdi hep. Fakat bunun Necdet olacağını asla tahmin edememişti. Önce gözleri
devrildi. Sonra bedeni…
* * *
Bir hastane odasında
gözlerini açtığında, siması tanıdık gelen, altmış yaşlarında bir adamın
gülümseyerek kendine baktığını gördü.
- Sen kimsin?
- Tanımadın mı, dedi
adam? Halil Kara. Bir otel odasında kalp krizi geçirdikten sonra öldüğünü sanan
hikâye kahramanın… Neredeyse şimdiki halin gibi…
- Nasıl yani? Ben
ölmedim mi?
- Hayır ölmedin. Bizi
bırakıp hiçbir yere gidemezsin, diye sorusunu cevaplayan eşinden başkası
değildi bu kez. Halil Kara, çoktan ait olduğu sayfalara dönmüş olmalıydı.
- Ne oldu?
- Evin eksiklerini
tedarik etmek için markete gitmiştim. Sen de, o erken vakitte eve gelmiş; Seda’ya,
biraz istirahat etmek istediğini söyleyerek odana çekilmişsin.
- Ben… Şey…
- Üzülme. İşten
ayrıldığını biliyorum.
- Nasıl?
- Necdet söyledi.
- Necdet mi?
Aynı anda elinde bir
çam kolonyasıyla odadan içeri giren Necdet;
- Evet, ben söyledim.
Ortak arkadaşlarımız vasıtasıyla işten çıkarıldığını çok çabuk duydum. Şu an çalıştığım firmada senin yeteneklerine
sahip birine çok ihtiyacımız vardı ve patronlarımla konuşarak sana iş teklif
etmeye gelmiştim.
- İyi ki de gelmiş,
dedi eşi Nurten. Seda’yla birlikte sana bakmaya geldiklerinde, kalp krizi
geçirdiğini anlamışlar.
O ana kadar varlığını
fark etmediği kızının, sol tarafındaki refakatçi sandalyesine sinmiş gözyaşlarını
silmekte olduğunu gördü Onur. “Canım benim.” Diye mırıldandı.
- O an, seni
kaybettiğimizi düşünerek çok korktum babacım. Ne yapacağımı bilemediğim için,
hemen Mustafa’yı aradım. Sağ olsun, kısa sürede aracıyla gelip seni hastaneye
yetiştirdi.
Geç kaldıkları için,
kızını istemesine izin vermediği damat adayıydı Mustafa. Oysa bilmediği bir
durum vardı. Yıllar önce ayrılarak başkalarıyla evlenen ebeveynlerinin
sürtüşmeleri nedeniyle yaşanmıştı o akşam ki gecikme. Nihayetinde perişan
olmuştu genç adam.
- Mustafa demek… O
nerede peki?
- İçeriye gelmeye
cesaret edemedi. Hastane önünde bekliyor.
Dışarıdaki sağanağın,
oda pencereleri kapalı dahi olsa fark edilmeme imkânı yoktu.
- Bu yağmurda, öylemi?
Çağırın onu, içeriye gelsin.
Genç adam, tamamen
ıslanmış bir halde odaya girdiğinde gülümsedi Onur.
- İşte bu da, aşkın
sırılsıklam hali, dedi.
Onun elinde de, çok
sevdiği çam kolonyalarından vardı üstelik.
En son koşar adımlarla
Ferhat girdi, hastane odasından içeri. Anca yetişebilmişti. Babasının artık iyi
olduğuna emin olmasının ardından;
- Sana sürprizimi bile
söylemeden, nasıl bizi bırakıp gitmeye kalkarsın, dedi ağlayarak.
Babasının açıklama
bekleyen bakışlarını fazla bekletmedi;
- Üç kuruş maaşa
bizleri sömürmek isteyen firmalara kapılmak yerine, kendi ajansımızı kurmak
istiyorduk üç arkadaş. Kurduk da… Fakat işler yoluna girene kadar bunu sana
söylemek istememiştim. Bugün çok büyük bir firmayla, beş yıllık reklam
projelerini gerçekleştirmek üzere kontrat imzaladık.
Yüzlerdeki gerginlik,
yerini yavaş yavaş gülümsemeye bıraktığında;
- Bana müsaade, dedi
Necdet.
Tekrar şifa dilemesinin
ardından;
- Unutma. Ayağa kalkar
kalkmaz, seni yanımızda görmek istiyoruz.
İşin aslı, defalarca
aynı teklifi yapmıştı Necdet. Fakat yıllardır çalıştığı, oradan elde ettiği
gelirle yuvasını kurduğu… Çocuklarını okuttuğu firmayı terk etmek istememiş…
Onun bu çağrılarını, “Taş yerinde ağırdır.” diyerek sürekli reddetmişti.
Unuttuğu yahut görmezden geldiğiyse, tebdili mekanda ferahlık olduğuydu.
Tam kapıdan çıkmak
üzereyken tekrar arkasını döndü Necdet. Fakat artık Necdet değildi. Yine elinde
saksıyla küçük Ali’ye dönüşmüştü;
- Bak, dedi. Senin için
de fark etti.
Diğerlerinin farklı
izlediği bu sahne sonlandığında;
- Seni artık hiç yalnız
bırakmayacağım, dedi eşi.
Yazdığı hikâyelerin
karakterleriyle olan sohbetini anımsayarak gülümsedi:
- Bu pek mümkün
görünmüyor zaten.
Sonra yine o şiir
takıldı diline;
Yorgun
bir işçinin yüzüne benziyor yüzün…
Öyle
bükük bakma bana…
Çam
kolonyası getirdim sana.
Faruk Yılmazer