19 Temmuz 2020 Pazar

Kapı (Hikaye)

Evveline yahut ahirine “inşallah” kelimesi eklenmediğinde, ahir zamanın en tehlikeli cümlesiydi, Gayretullah’a ulaşan…

            Eklendiğindeyse; şeytanın, tanrıcılık oynamaya kalkan hiziplerini harekete geçiren… Projelerine engel koyabilecek birliktelikleri bertaraf etmek adına…

“El ele verdiğimizde, başaramayacağımız iş yok… (İnşallah…)”

Bir birliktelik sonucu elde edilen ufak çaplı başarının ardından, insanoğlunun sıklıkla kullandığı çoğunlukla kibir cümlesi…

Oysa iki bin yirmi senesinin ilk çeyreğinde yayılmaya başladığında, değil el ele vermek…

Kişinin; annesinden, babasından, eşinden, evlatlarından kaçacağı günün provasını yaptırmıştı ufacık bir virüs… COVID- 19…

Harekete geçenlerin, harekete geçebilmesinin dahi virüsünde sahibi olanın iznine tabi olduğunu hatırladı kimileri… Kimileride…

 

İzolasyon fırınının içindeki çeyrek dakikayı, nefesini tutarak geçirmeyi tercih etti yarım pardösülü adam. Fanlardan üflenen sıcak havayı soluduğunda, ciğerlerinin sızlayacağını bilecek kadar deneyimliydi. İçine girdiği tarafın aksi istikametindeki kapı açıldığı anda içeriye yansıyan metal ziyası, yine gözlerinin kamaşmasına sebep oldu. Kendisini karşılayan genç kadının donuk yüz ifadesi içini ürpertti. “Bir taraf çok sıcak, diğer taraf çok soğuk…” diye geçirdi aklından, önce. “Neredeyse dolu tanesine dönüşeceğim...” diye mırıldandı sonra… Sesli düşündüğünün farkında olmadan…

Genç kadının, kaşlarındaki yukarıya meyilli belli belirsiz oynama, sözlerini işittiğin fakat anlam çıkaramadığının işaretiydi.

- Görüşme talep etmiştim, dedi.

Tanımlayamadığı aksanı, yüz ifadesinden daha soğuktu genç kadının.

- Görüşme gerçekleşecek.

Az sonra, muhatabıyla karşı karşıyaydı. Aralarındaki cam bariyer sayılmazsa, neredeyse yüz yüze…

- Umarım yine eli boş gelmemişsinizdir Mr. Doğan?

Pardösüsünün iç cebinden çıkardığı sarı zarfı, baş hizasına kadar kaldırarak gülümsedi;

- Yerel gazetelerde, arada sırada yazıları yayınlanan sıradan bir âdem, dedi. Etki oranı sıfır.

- Bakacağız, dedikten sonra bakışlarını, ziyaretçinin iki adım gerisinde ayakta bekleyen genç kadına çevirdi muhatabı;

- Mrs. Nesrin. Zarfı alın ve söz verdiğimiz enjeksiyonluk çözeltileri Mr. Doğan’a teslim edin.

Sonra yine ona çevirdi bakışlarını;

- Direktiflerimizi, daha sonra size bildireceğiz Mr. Doğan.

- Teşekkür ederim. Sizinle iş yapmak güzeldi, cevabının ardından, kendini devasa akvaryuma gönüllü hapseden bir yırtıcıdan uzaklaşacağı için memnun, çıkışa yöneldi.

* * *

Renklendirme işlemi nihayete erdiğinde son bir kontrolden geçirdi elindeki resmi, tarayıcıya yerleştirmeden önce. İşlem tamamlanıp resim ekrana düştüğünde, üzerinde çalışma yapacağı programı açtı.

Kısıtlamanın başladığı ilk günlerde eğlence amaçlı öğrenmeye başladığı programı, sokağa çıkma yasağının genele yayılmaya başladığı demlerde iyice çözmüştü. Amatörce de olsa, kendi başına kısa film hazırlayabilecek seviyedeydi artık…

Basit bir programdı aslında. Bir defterin sayfalarına resimler çizip, sayfaları seri bir şekilde açınca, çizgilerin hareket ettiği izlenimi vermesiyle aynı sistemdi neredeyse. Tahmin ettiğinden de fazla işine yaramıştı. Sayfalarca yazdığı dönemlerde üç beş insana ulaşamazken, şimdilerde hazırladığı üç beş dakikalık videolarla muazzam kitlelere ulaşabiliyordu.

İlhamını, genellikle Hollywood yapımı filmlerin verdiği mesajlardan alarak kısa hikâyesini yazıyordu önce. Sonra, Allah vergisi yeteneğiyle, vurgulamak istediği anları kâğıda resmediyor. Nihayetinde, resimleri bilgisayara yükleyerek hareketlendirme işlemine başlıyordu. Birkaç resim, birkaç söz, alıntılarla takviye edildiğinde yetiyordu meramını anlatmaya.

İlk çalışmasının ilhamını, Thor Ragnorak filminden almış, filmin henüz başlarında yer alan bir sahneyi başlangıç kısmına koyarak hazırlamıştı videoyu.

İskandinav mitolojisinin tek gözü kalmış sözde tanrısı Odin’in, (Bu Odin filmde, Asgard’ın ve dokuz diyarın hükümdarıydı aynı zamanda…) dünyada yani bizim gezegenimizde oğlu Thor ve evlatlığı Loki ile ölümünden önceki son hasbıhali sahnesi… İlhamına sebep olan repliği o sahnede söylemişti Odin;

“Asgard dediğin, bir toprak parçası değil, halktır.”

Ve filmin sonunda, parçalanan gezegenin bir gemiye sığdırılmış sözde halkı, özde elit kesimi başka diyarlara yelken açıyordu Thor’un liderliğinde…

Başkalarında nasıl bir açılıma sebep olmuştu bilmiyordu ama bu filmin ve ilgili sahnenin kendisinde yaptığı çağrışım; birilerinin “Biz nereye gidersek, güç oradadır.” mesajı vermek istemeleriydi.

Ülkeleri ve dahi dünyayı, gerçekte devletlerin değil, “Üst Akıl” denilen o birilerinin yönettiğini mizahi bir dille anlatabilmeyi başarmıştı hazırladığı kısa filmde. Dün Amerika’da olup, Amerika’yı süper güç olarak kabul ettirenler, bugün ağırlıklarını Çin’e kaydırıp yeni süper güç olarak Çin’i ilan edebiliyorlardı neticede… Ulus devletler, yerlerini küreselcilere bırakıyordu işin aslı.

“Yumuşak G 9” adını verdiği filmde, dokuz diyara gönderme yapıyor görünüp; üst aklın, yönetici artı bir’liğiyle sayılarını dokuza çıkardığı G8 ülkelerini alaya almış… Ufacık bir virüs karşısındaki acziyetlerini gözler önüne sermişti.

Videoyu tamamladığında, değerlendirmesi için bir arkadaşına yollamıştı, cep telefonu vasıtasıyla… O da, başka bir arkadaşına… Ne olduğunu anlayamadan, on binlere ulaşmıştı gönderim sayısı. Nihayet sosyal medyaya düştüğünde, hayal bile edemeyeceği beğeni oranına ulaşmıştı.

Samimiyetle, kibirden uzak el ele verişler…  Rızaya da uygun hareket ediyorsa…

Peşi sıra hazırladığı birkaç video daha aynı şekilde rağbet görmüştü. Kimin yahut kimlerin emeği olduğu bilinmeden... Ve beklenir olmuştu, bir sonrakinin gelişi…

Ünlü olmak, isim yapmak yahut para kazanmak değildi amacı. Harekete geçerek, farkındalığı genele yaymaktı. Görebilmesini nasip edenin izniyle…

“Kapı” ismini verdiği son kısa filminde, bilim kurgu ve fantastik animasyonlarda sıklıkla kullanılan, portal açarak başka boyutlara geçme sahnelerini, giriş kısmında bolca kullanmış; ardından gelecek sahnelere hazırlamak istemişti takipçilerini.


Son dönemlerde istifa ederek, başlarında bulundukları büyük şirketlerden ayrılan ceo’ların, evvelden hazırlanmış gizli kapılardan, gümüşle izole edilmiş güvenli mekânlara geçişini işlemişti… Sıcak hava üfleyen fırınlarda şartlanmalarının ardından…

Yine devasa şirketlerini satarak, ortadan kaybolan işadamlarının… Siyasetçilerin… Bürokratların… Pagan, Siyonist ve Evengelist bileşimi üst aklın gönüllü hizmetçiliğini yaparak, Corona virüse karşı kendini güvene alanların…

Ve “hayır” deme cesaretini gösterdikleri için, birer birer testleri pozitif çıkmaya başlayan ünlüleri…

En nihayet; insanların, artık ev yerine, sözde evrenlere geçiş sağlayan kapılar satın aldığı dijital, yani sanal bir dünyayı anlatıyordu… Sözde kapı… Özde, bir nevi tabut… Uyuşturucunun etkisiyle çölü, cennet gören haşhaşi kıvamında…

* * *

“Tuğrul, kaç… Geliyorlar.” Kısa mesajı telefonuna düştüğünde, gönderime hazır durumdaydı video. Devletin, virüsün yayılmasını engelleme amaçlı aldığı, sokağa çıkma yasağı kararı vaktini bereketlendirmişti. Şimdi tek sıkıntı; mesajın, zincirin ilk halkasından gelmesiydi. Yürüttükleri tersine işlemle, ona kadar ulaşabilmişlerdi demek ki…

Ne yapacağına karar vermeye çalışırken, “Neden şimdi?” sorusu düştü aklına… Kısa filmlerin kaynağının kendisi olduğunu çok daha evvel tespit etmişlerdi büyük ihtimalle. Ve bir yenisinin henüz dolaşıma girmediğini…

“Neden şimdi?” Sorusunu tekrarladığında, bir kıvılcım çaktı kafasının içinde yakamozlardan hallice…

“Çünkü…” diye mırıldandı. “Çünkü bir evvelki kısa filmin sonunda, bir sonraki filminin reklamını yapmış… İçeriğine değinmişti az çok. Demek, algının değil, gerçeğin frekansını yakalamıştı kalp gözü… Yine büyük ihtimalle…

Büyük resmi gören, doğru teşhis koyabilen bir avuç insanın, uzun zamandır anlatmaya çalıştıklarından çokta farklı bir içerik taşımıyordu aslında çalışmaları. Lakin doğru taktik ve kendileriyle aynı silahları kuşanmış olması tedirgin etmiş olmalıydı, karşı cenahı…

Rehberindeki ilk üç isme aynı anda yollarken videoyu; “Hadi inşallah…” duasına teslim etti, yeni bir zincir kurulabilmesi ihtimalini.

Kapı zili çalmaya başladığında, sokağa çıkma yasağının sona ermesine henüz iki saat vardı. “Sokağa çıkabildiklerine göre…”diye mırıldandı. Diafondan, gelenin kim olduğunu sormadan evvel, videoyu ve gönderimleri sildi telefonundan. “Sağlık Bakanlığı’ndan geliyoruz.” cevabı duyulduğunda, yeniden yüklenmek üzere bilgisayarına bağlamıştı telefonunu.  Bu hareketiyle; videoyu, henüz kimseye gönderme fırsatı bulamadığına inandırmak istiyordu davetsiz misafirlerini.

Kapı otomatiğinin sesi duyulduğunda balkona yöneldi. Komşulardan biri düğmeye basmış olmalıydı. Altı katlı binanın çekme katı olan dairesinin balkonundan çatıya geçti önce. Oradan, yandaki binanın çatısına… Sonra, komple balkon olan bir sonrakine… Kısmetine kilitli değildi balkon kapısı. Merdivenleri soluksuz inerken, sokak kapısına varana kadar hesabını yapmıştı bile.

Ziyaretçilerinin, dairesinin bulunduğu kata gelmeleriyle, onun, son balkona geçişi eşit sürmüş olmalıydı, takribi. İniş süreleri de aynı olacaktı muhtemelen. O vakit, daire kapısını açmaları için harcayacakları süre kadar vakti vardı, yeterince uzaklaşabilmek için… Yani, azami on beş saniye… Saniyeleri saymaya başlarken araladı sokak kapısını.

“Bin bir… Bin iki… Bin üç…”

Aldığı darbe sonucu bayılmadan önce, belli belirsiz bir sima gördü. Sokak lambasının ışığını yansıtan yarım pardösüsü, yüzünden daha ak olan…

* * *

“Bin dört… Bin beş… Bin altı…”

Suratının yarısından çoğunu kaplayan maskeye rağmen; kırılan bir vazonun özensiz yapıştırılmış parçası gibi eğreti durdu, yüzüne yapıştırmak istediği sevimli ifade. Sayıklamaya başladığına göre, uyanmak üzere olmalıydı emaneti. Göz kapakları da kıpırdamaya başlayınca, yanılmadığını anladı.

“Açıl susam, açıl…”

Bin bir gece masallarının, kaçıncı gecesinde anlatılmıştı “Ali Baba ve Kırk Haramiler” masalı bilmiyordu? Fakat başı omuzlarına ağır gelen bir “Kasım”, bir adım ötesinde, savunmasız yatıyordu. Bedeninin, dışarıya açılan penceresi olan gözlerini açmasını sabırsızlıkla beklerken, o yapmacık ifade de silindi yüzünden. Ona kalsa…

Nihayet;

- Neredeyim ben? Nidası çınlattı odayı.

- Bir hastane odasındasınız elbette Tuğrul Bey. Pandemiden ağır şekilde etkilendiğiniz için entübe edilmiş, uyutuluyordunuz.

Yattığı yerden doğrulmaya çalışırken, daha bir dikkatle baktı, doktor olduğunu düşündüğü şahsın yüzüne. Yanıldığını anladığında lafı dolandırmadan;

- Yalan söylüyorsun, dedi. Üzerinde, o iğrenç pardösü olmasa da, tanıdım seni.

- Tamam. Beni yakaladın. Fakat kendi sağlığın için daha sessiz olmanı şiddetle tavsiye ediyorum sana.

- Kimsin sen?

- İstediği herkes olabilen biri diyelim… Sen beni “Zincirkıran” olarak bil yeter.

-Ne istiyorsun benden?

- Ben mi? Hiçbir şey… Hatta bana kalsaydın şu anda hayatta dahi olmazdın.

- O zaman?

Üzerindeki beyaz önlüğün cebinden bir enjektör çıkarmasının ardından;

- Çok şanslısın. Şu anları, steril bir hastane ortamında geçirmene izin veren güç bir an evvel taburcu edilmeni istiyor.

- Karşılığında?

- Karşılığında, imha edilen videonun yerine yeni bir video hazırlayacaksın. Elbette fazla uçuk olacak ve önceki videolarının insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi silip atacak. Merak etme... Bedeli de, fazlasıyla ödenecek.

İşin başında nokta atışı teşhisler koyan stratejistlerin, ilerleyen zamanlarda saçmalamalarının nedeni bu olmalı, diye düşündü Tuğrul.

- Hayır, dersem.

- O zaman, diğer cebimdeki enjektörü kullanmak zorunda kalırım.

- Seçeneğim bol yani…

İlk anlardaki olmamış ifadeyi, yeniden yüzüne yapıştırmaya çalıştı sahte doktor;

- Bak! Dedi. Senin gibileri iyi tanırım. İnsanları uyanık tutarak, topluma iyilik yaptığınız zannı hâkimdir sizde. Böylece, el ele vererek her zorluğun üstesinden gelebileceğinizi düşünürsünüz.

- Sebepleri yaratan izin verirse…

- Doğru… İnanç sığınağınız ve dua silahınız vardı birde sizin… Unutmuşum… Peki, hiçbir şey bilmemenin onlar için daha iyi olabileceğini düşündün mü hiç?

- Katıldığımı söyleyemeyeceğim.

- Kendi kararın... Şimdi, bir karar daha vermen gerekiyor. Gördüğün gibi buranın tek bir kapısı var ve o kapıdan ayakta yahut tabutla çıkmak sana bağlı.

Cep telefonunun sinyal sesini işittiğinde konuşmasına ara verdi. Gelen mesajı okuduğunda, yüzünü olduğundan daha çirkin gösteren sahte tebessüm, korkuyla harmanlanmış gerçek şaşkınlığa terk etti yerini.

“Başarısız oldunuz Mr. Doğan…”

Peşi sıra ekrana düşen “Kapı” isimli videonun sadece birkaç saniyesini seyretmesi, çılgına dönmesine yetti.

“Şimdi senin…” diyerek üzerine yürüyen hasmına karşı kendini savunabileceğinden pek emin değildi Tuğrul. Önce bir  “Estağfurullah” çekti, tüm günahlarının affı için. Sonra Şahadet getirmeye başladı, en ufak bir korku belirtisi dahi göstermeden.

Henüz hamlesini yapamadan, odaya dalan sivil iki babayiğit tarafından derdest edilmesi yarım dakika sürmedi sahte doktorun.

- Çabuk bırakın beni. Kim olduğumu bilmiyorsunuz?

- Elbette biliyoruz doğan görünümlü akbaba, dedi içlerinden biri... Seni de... Basiretsizliğin sayesinde, hizmet ettiklerini de…

- Siz kimsiniz?

- Kim olduğumuz mühim değil. Sen bizi, “Devlet” olarak tanırsın. El ele verdiği milletiyle beraber sizin ve size benzeyen tüm virüslerin kökünü kazıyacak olan devlet…

- Gördün değil mi? dedi Tuğrul. Yatağından keyifle doğrulurken… Tetikçisine;

- Bizde kapı çok… Yeter ki, ilkinden içeri adım atmış olalım. Sonrasında, tövbe kapımız da ardına kadar açık, devlet kapımızda… Elhamdülillah…

 

Faruk Yılmazer