6 Şubat 2020 Perşembe

Hiçlik Makamı

Yıldızları, gezegenleri arar bilim insanları gökyüzünde teleskopla, Büyük Patlamadan sonra yayılan…  Varlık tarafında…
- Fazlası mümkün mü?
- Mümkün.
Müzisyen ahengi arar…
Ressam renkleri…
Edebiyatçı harfleri, kelimeleri…
- Farklı olan ne?
- Sanatçı, taraf tutmaz…
- Bulur mu peki?
- Bulur elbet. Taşımaya razı olursa perdenin (muşamba dekorun) yükünü… Korniş halkası misali; bir yüzü içe, bir yüzü dışa bakarken. Ve iki artı iki kadar net toplayabilirse, varlık ile yokluğu.
- Sen ne buldun?
- Hiç…

Faruk Yılmazer

Düşyazan (Hikaye)

F1 salonu: İrtibat koptu.
K12 salonu:  Ağır yaralanma durumu mevcut.
R6 salonu: Yangın çıktı.
“İnanamıyorum!” diye haykırdı, iki eliyle saçlarını sarmalayan genç adam. Aynı anda üç bölgede… Neler oluyor?”
* * *
Çölün, uçsuz bucaksızlığının ortasına kondurulmuş otobüs durağı…
Serabın, sırtına düşen gölgesinde, sert kış koşullarına dayanıklı kıyafetlerden, ağır hamlelerle kurtulmaya çalışan bir adam…
Ve aniden gökyüzünü kaplayan bulutlardan, dökülmeye başlayan hırçın yağmur…
En nihayet, yağmur kuma galebe çaldığında, durağın tavanında kurtarılmayı bekleyen adama, dalgalar arasından çıkıp gelen bir sandaldan uzanan yardım eli…
- Nasıl anladın?
- Tezat… Kutup soğuğu… Çöl sıcağı… En başa dönmeyeceğine göre Düşyazan, sonrası su olmalıydı.
Ortam, ağır ağır gerçekliğe dönerken;
- Tebrikler Hamit Bey. Mülakatı, başarıyla geçtiniz. Sizi aramızda görmekten mutluluk duyacağız.
* * *
3D adı verilen üç boyutlu yazıcılar, üretim teknolojisi için bir devrimdi. Üç boyutlu olarak çizimi yapılmış objelerin üretimi, eskiye nazaran çok daha hızlı ve çok daha kolay oluyordu artık.
Sonrasında, nano teknolojiyle birleştirerek geliştirilen 4D yazıcılar, dördüncü boyut olan zamanı da katmıştı işin içine. Ne zaman esnemesi gerektiğine karar vererek, basınç deformasyonunu önleyen su boruları… Bakılan yöne göre, uzağı mı, yakını mı göstereceğine karar verebilen gözlükler hep bu teknolojiyle imal edilmişti.
En nihayet, Düşyazan adı verilen 5D yazıcı, Hamit Altın’ın patronu olan Cabir Bey tarafından geliştirilmiş; onu, sıradan bir mühendisken, dünyanın dev şirketleriyle yarışan bir şirketin başına oturtmuştu. İcadını, üretimini yaparak pazarlamak yerine, bir düşler şehri kurmaya karar vermesi bu başarının önünü açmıştı aslında.
İsminden de anlaşılacağı üzere; insanlara, gözle görülebilen, elle tutulabilen gerçekçi hayaller yazıyordu Düşyazan.
Bir T-rex’i, elleriyle besleyebilirdi, hayali bu olan…
Lav okyanusunda, sörf yapabilir…
Sözde mitolojik tanrıları yahut süperlikte yarışan çizgi roman kahramanlarını, perişan edebilirdi bir karşılaşmada…
Neron’la tavla oynayabilir, Karun’u zenginliğiyle ezebilir, piramitlerin küp şeklinde yapılmasına ikna edebilirdi Firavun’u…
Bilmem kaç milyar ışık yılı ötedeki bir gezegende sebze yetiştirebilirdi…
Kısaca, kişinin hayal gücüyle sınırlıydı, yapabilecekleri.

Şimdi yöneticisi olduğu şirketin, iki sene evvel gazeteye verdiği bir ilanı okumasıyla başlamıştı aslında Hamit için her şey.
 “Şirketimiz bünyesinde istihdam edilmek üzere, hayal gücü yüksek çalışma arkadaşları arıyoruz.”
Aranılan elemanlar için, tahsil durumu belirtilmemişti ilanda. Bildikleri yabancı dillerin sayısı… Katıldıkları seminerler…
Belirtilen tek özellik, adayların hayal gücünün yüksek olmasıydı. İlanı okuduğunda, “Tam da benden bahsediyorlar.” demişti Hamit. Gerçekten de, mülakatı başarıyla geçmiş, kısa sürede Cabir Bey’in gözdesi olmuş ve tüm yönetimi eline almıştı.
Cabir Bey, kendine yazdığı hayalleri yaşamakla meşguldü artık.
* * *
Görevli personelin müdahalesiyle R6 salonundaki yangın söndürülmüş… K12 salonundaki yaralı müşteriye müdahale edilmiş… İletişim aygıtlarındaki sorun tespit edilerek, F1 salonuyla yeniden bağlantı kurulabilmişti.
Sorunların giderilmesinin ardından bir nebze rahatlamış olsa da, bunun böyle gitmeyeceğinin farkındaydı Hamit. Son iki ayda yaşanan aksaklıklar, şirket kurulalıdan beri yaşanılanların toplamından fazlaydı. Acilen, Cabir Bey’e ulaşması ve alınacak önlemler hakkında konuşması gerekiyordu.
İşin kötü yanı, bu zamana kadar kendisine hep babacan bir yaklaşım sergileyen Cabir Bey’den; şimdi, randevu taleplerine olumlu bir yanıt alamamasıydı. Meşgul olduğu bahanesiyle görüşmeyi sürekli ileri bir tarihe atıyor, bu da bir şeylerden kaçtığı izlenimini uyandırıyordu.
Yaşanılan sorunların sona ermesinin ardından, yine Cabir Bey’in asistanının yanında almıştı soluğu;
- Randevu talebime, olumlu yanıt verdi mi?
- Hayır efendim. Kimse tarafından rahatsız edilmek istemediğini, sizinle daha sonra görüşeceğini iletmemi söyledi.
- Anlıyorum.
Aldığı cevabın ardından, gitmeye hazırlanır gibi sırtını döndü Hamit. Asistandan ziyade yakın korumaya benzeyen şahsın, gevşediğini hissettiği anda Cabir Bey’in ofis kapısına doğru hamle yaptı. Şirket bünyesinde, izinsiz giremediği tek mekân olan ofisin kapı kolunu kavradığında asistan;
- Hamit Bey, durun...
- Üzgünüm. O görüşme, bugün yapılacak.
Asistan yanına vardığında, çoktan kapıyı açarak içeriye dalmıştı bile. Fakat ofisten ziyade bir aile yemeğinin ortasında bulmuştu kendini. Koluna yapışan asistanın kurduğu cümle, kendisi için değildi bu kez;
- Özür dilerim efendim. Engelleyemedim.
Uzun zaman sonra ilk defa Cabir Bey’le göz göze geldi Hamit. İlk defa, yüzündeki ifadenin anlamına vakıf olamadı. Biraz hüzün, biraz öfke… Biraz şaşkınlık, biraz kabulleniş…
- Sorun değil, dedi asistana. Sen çıkabilirsin.
Ayağa kalkan Cabir Bey masadan uzaklaşırken, diğer iki kişiye odaklandı Hamit’in gözleri. Sırtı dönük olduğu için yaşını tahmin edemediği bir bayan ve otuzlu yaşlarda genç bir adam… Daha önce görme şerefine nail olamadığı, daha doğrusu varlıklarından dahi emin olmadığı eşi ve oğlu olmalıydı Cabir Bey’in.
Masadan uzaklaşarak yaklaştığı duvardaki bir şalteri indirdiğinde, tüm mekân bir siluete dönüşmeye başladı. Tam bu esnada başını kendi tarafına çeviren genç adamla bakışları birleştiğinde, aynaya bakıyormuş hissi doğdu Hamit’in içine. Afalladı…
Ortam, tamamen ofis görünümüne büründüğünde Cabir Bey;
- Anlaşılan senden kurtulmak mümkün değil.
- Özür dilerim efendim. Sizi rahatsız etmek istemezdim. Fakat neler olduğunu anlayamıyorum. Sistem, sürekli hata veriyor. Öngörülemeyen kazalar oluyor. İnsanlar yaralanıyor. Yanlış olan ne?
Derin bir iç çekişin ardından;
- Kâbus…
- Anlayamadım.
Bir süre suskun kalan Cabir Bey, nihayet;
- İyi bir yöneticisin. Fakat teknik meseleler hakkında pek bir bilgin yok.
- Anlatın o zaman…
- 3D yazıcıların çalışma sırrına vakıfsın değil mi?
- Elbette. İşlenebilir bir hammadden, istemiş olduğunuz üç boyutlu objeleri oluştururlar.
- Doğru. 4D yazıcılar da aşağı yukarı aynı sistemde çalışılır. Ve 5D yazıcılar da…
- 5D yazıcılar da mı? Nasıl yani?
- Benimle gel.
Az sonra ofisten çıkmış, Düşler Şehri’nin onlarca kat altına inen asansöre binmişlerdi. İnişleri sonlandığında;
- Bende kendimi şirketin yöneticisi sanıyordum, dedi Hamit. Böyle bir yerin, varlığından bile haberim olmadığına göre…
Gülümseyen Cabir Bey;
- Herkesten daha fazlasını biliyorsun.
Sonra ciddileşti;
- Yine de bilmediğin çok şey var.
Önüne geldikleri kapı, Cabir Bey’e yapılan göz taramasının ardından açıldı. Girdikleri ortamın devasa bir salon olduğunu gördü Hamit. İçinde yüzlerce yatak ve o yataklarda başlarına bağlı kablolarla uzanan insanlar. Şaşkınlığını gizleyemedi;
- Yaşıyorlar mı?
- Elbette. Sadece uyuyorlar.
- Neden? Nasıl?
- Onca hayalin, havadan üretildiğini düşünmedin sanırım.
- Aslına bakarsanız, ben bu konuda hiç düşünmedim.
- Tabi ki düşünmedin. Çünkü…
- Çünkü?
- Boş ver…
Konuşmalarına devam ederek salonun iç taraflarına doğru ilerlediler. Önünde durdukları yatağın üzerinde yatan kişiyi gördüğünde bir anlığına dili tutuldu Hamit’in. Nihayet;
- Ama bu imkânsız? Bu… Bu sizsiniz.
Hemen yan tarafındaki yatağı işaret eden Cabir Bey;
- Burada yatan da, eşim Makbule.
- Kafam karıştı. Duruma mantıklı bir açıklama getiremiyorum.
- Gayet basit. Düşyazan’ın ilk hammaddesi, bizim hayallerimiz.
Bir süre sessiz kaldı Hamit. Sonra;
- Tüm o gazete ilanları… Hayal gücü yüksek çalışma arkadaşlarını, birilerinin hayallerine sermaye olsun diye mi arıyordunuz. Ama bu… Bu… Etik değil.
- Etik değil fakat yasal. Burada yatan insanların hepsiyle sözleşmemiz var. Alacakları dolgun ücret karşılığında bu işi kabul ettiler.
- Burada şuursuz yatarken alacakları ücret ne işlerine yarayacak ki?
- Öncelikle, şuursuz değiller. Bir yandan makineyi hayalleriyle beslerken, diğer yandan kendi hayal dünyalarında üste para alarak yaşama imkânına sahipler. Hem, haftalık vardiyalar halinde çalışıyorlar. Bir hafta iş, bir hafta izin…
- Kesinlikle aynı değil… Bunu nasıl kabul ediyorlar?
- İnsanların kendilerine göre sebepleri var. Kimileri; bir şeylerden, birilerinden kaçıyor. Kimileri, geride bıraktıklarına rahat bir hayat sunabilmenin peşinde…
- Peki ya siz… Eşiniz… Elle tutulur hayallerin içinde yaşamak varken… Ve aslında yaşıyorsunuz da… Anlayamıyorum… Neden?
- Bunu açıklaması biraz zor…
- Bana, iki şeyi açıklayın o zaman… “Kâbus” dediniz. Peş peşe yaşanan olumsuzlukların tüm bunlarla alakası var? Ve orada yatan sizseniz, karşımdaki… Daha da önemlisi, ben kimim? Neyim?
Yüzündeki ifadeden,  büyük bir acı çektiği okunan Cabir Bey ağır adımlarla eşinin yanındaki yatağın yanına doğru ilerledi önce... Sonrasında, ortam birden değişerek bir otobana dönüştü. Aşırı süratli bir otomobilin üstüne sabitlenen seyyar bagaj, yerinden kurtularak yola düştü. Arkasından gelen araç, ani fren yapmasına rağmen bagaja çarpmaktan kurtulamadı. Aracın şoförü, kırılan ön camdan yola fırlarken her şey dondu. 
Ortam tekrar eski haline dönüştüğünde önünde durduğu yatakta yatan kişinin üzerindeki ince örtüyü kaldırdı Cabir Bey. Hamit’i dehşete düşüren, yataktaki adamın vücudunun neredeyse yarısının olmayışı değildi. Aile yemeği sırasında karşılaştığı, kendisine tıpa tıp benzeyen yüzle, ikinci kez karşılaşmasıydı.
- Bu oğlum Hamit, dedi Cabir Bey. Üzerinde birlikte çalıştığımız, Düşyazan isimli yeni nesil yazıcı tamamlanmadan bir sene evvel kaza geçirerek bu hale geldi.
Olduğu yerde dondu kaldı Hamit.
- İsimlerimiz bile aynı, dedi. Bu durumda ben, oğlunuzun rüyalarından fazlası değilim, öyle mi?
- Sadece onun değil. Biraz karmaşık… Benim ve Makbule hanımın da katkısı var o hayallere...
- Peki ya, onca sorun?
- Son zamanlarda yaşanan olumsuz olayların sebebi de; Hamit’in, artık gerçekliğe dönmek isterken verdiği mücadele sonucu gördüğü kâbuslar. Yani, bozuk hammadde…
Hamit’in gözlerinde dehşeti görmesinin ardından devam etti;
- Merak etme. Neye mal olursa olsun, bağlantıyı keserek sizi kaybetmeyeceğim.
Acı acı gülümsedi Hamit;
- Bir başkasının vehminden ibaret olduğunu bilen birini, kazanamazsın da…
Önce, bir siluete dönüştü hayali Hamit. Sonra, tamamen gözden kayboldu. Çok yakından gelen bir ses, artık gerçeklerle yüzleşmesi gerektiğini hatırlattı Cabir Beye;
- Baba…

Faruk Yılmazer

Serpil Hanım'ın Mutfağı (Hikaye)

“Şu nimeti, şekersiz içenleri hiç anlayamıyorum.” Diye mırıldandı, çayından ilk yudumu alırken…
“Ağır ağır karıştıracaksın…  Derdin boğuldukça, çayın da tatlanacak girdabında…
- Af edersiniz, anlayamadım.
Yanı başında dikilen genç adamın şaşkın nazarını, tebessümle karşıladı.
- Sana demedim delikanlı… Biraz sesli düşünüyordum sadece.
Genç adam, elindeki meyve bıçağını masanın üzerine bırakırken;
- Başka bir isteğiniz var mıydı, dedi? Tedirgin bir ifadeyle…
- Hayır delikanlı, teşekkür ederim.
Muhatabının, uzaklaşmak yerine, çevrede oyalanmayı tercihine, merakının sebep olduğunu adı gibi biliyordu, ihtiyar adam. Masanın üzerine bıraktığı bel çantasını kurcalamaya başladı. Önce, gazete tarafından verilen bir bulmaca eki çıkardı. Sonra, yüzük parmağından daha uzun olmayan bir kurşun kalem...
Ucu, yazmaktan kütleşmiş kurşun kalemin tahtasını meyve bıçağıyla yonttu bir süre. Hal ve hareketlerinden rahatlamış olduğu belli olan delikanlının gözlerine odakladı, gözlerini.
- Amaç, saç kestirmekse eğer, berbere de gitsen sonuç aynı olur… Kuaföre gitsen de…
Bu kez anlamıştı genç adam.
- Belki bir miktar pürüz, diye cevap verdi önce. Sonra; isterseniz, içeriden bir tükenmez kalem getireyim, diye devam etti. Hem o tazelenmek için kalemtıraşa da ihtiyaç duymaz, bıçağa da.
- İsmin ne delikanlı?
- Yunus.
- Bak Yunus! Seni bilmem ama ben hata yapabilme özgürlüğümü, tükeneceğinden bihaber bir kalemin kibrine terk edemem.
- Anlıyorum efendim. Ne iş yaptığınızı sormamın bir mahzuru var mı?
- Emekli bir, yazmaz.
İsminin Yunus olduğunu öğrendiği delikanlının yüzündeki ifadeyi gördüğünde aşırıya kaçmayan bir kahkaha attı;
- Elliye, elli değil mi?
- Nedir o?
- Bu seferki anlama oranın.
- Yani… Yaklaşık olarak…
Elindeki kalemi havaya kaldırarak;
- Şu kalemi ne zaman elime alsam, yazar diyorlar bana. Ama ben kendimi yazarlıktan emekli ettim.
- Kalem hala elinizde yalnız…
- Öyle ama önümde de çözülmeyi bekleyen bir bulmaca var. Bu da, sıradan bir emekli olmanın ilk şartı sanırım.

Mini sohbete ev sahipliği yapan mekân; “Serpil Hanım’ın Mutfağı” isimli, dört masalı, mütevazı ev yemekleri lokantasının kapı önüydü. Kendi halindeki küçük işletmede karnını doyuran bazı müşterilerin, keyif çayını yudumlamak için tercih ettikleri alan… Ahşap görünümlü PVC masa ile üç tabure, az önceki gibi ilginç diyaloglara şahit olabiliyordu bazen.
Yayımlanmış birkaç kitabı olan emekli bir gazeteciydi ihtiyar adam. Ayda en az bir kere, torunlarını ziyaret etmek üzere işletmenin bulunduğu Osmaniye’ye gelir; gelmişken, lezzetine defalarca şahit olduğu Serpil Hanım’ın yemeklerinden yemeden gitmezdi.
Uzun zamandır problem yaşadığı yayıneviyle, hafta başı itibarıyla tüm ilişkilerini koparmış olmasıydı, canının sıkkınlığının sebebi. Ve yazar sayısının, okur sayısını geçtiği bir dönemde, artık yazmasının gereksizliğine ikna oluşu. Kalemi gibi, hevesi de tükenmişti, ilhamı da…
“Torunlar.” Diye mırıldandı.
O iki küçük yaramaz olmasa… Çoktan kaçmıştı şehirden. Küçük bir kulübe süslüyordu aslında hayallerini. Kıyısında büyümüş ıhlamur ağacının çiçekleriyle şifa demlenen bir göl kenarında… Ve arka bahçesinde yetiştirdiği nanenin, maydanozun haddini bildiği…
Lokantayla üç yüz metre arası olan Veli Efendi hipodromunda, jokeydi Yunus. Boş zamanlarında, “Anne” diye hitap ettiği Serpil Hanım’a ve eşi Mehmet Ali’ye, kim bilir nasıl bir hikâyenin nihayetinde gönüllü yardımcı.
Evvel zamanda tevafuk etmemeleri birbirlerini tanımalarına engel olsa da, her ikisini de çok iyi tanıyan Serpil Hanım tarafından, gülümseyerek dinleniyordu sohbetleri. Ta ki çalan telefona dek…
Almış olduğu siparişleri hazırlayıp, paketlemesinin ardından poşeti, eşi Mehmet Ali’nin eline tutuşturdu Serpil Hanım. Gideceği adresi şifahen söyledi. İçerideki müşterilerle ilgilenmek üzere işinin başına döndüğünde, Mehmet Ali sepetli bisikletiyle çoktan yola düşmüştü bile.
Emekli yazar, hesabı ödeyerek gitmeye niyetlendiğinde, tekrar çalmaya başlayan telefonun başına gitmişti Serpil Hanım. İşitmiş olduğu ilk cümlenin ardından, siparişi yazmak üzere gayrı ihtiyari almış olduğu kalem, elinden düştü. Ağzından dökülen kelimeler, cümle olmaları gerektiğinin idrakine varamıyor, bir çığlığı andırıyorlardı adeta;
- Ne? Mehmet Ali kaza mı geçirdi?
Kapıdan ilk fırlayan Yunus oldu. Serpil Hanım, ilk şoku atlatıp peşine düştüğünde o, çoktan gözden kaybolmuştu bile.
Mesleki gözlemcilik güdüsü, bir süre daha oturması gerektiğine ikna etti ihtiyar adamı. Bu zaman zarfında; sahipsiz kalan lokantada, müşterilerin, yemeklerini bitirmelerinin ardından yazarkasanın bulunduğu masaya ücreti bıraktıklarını gördü. Sonradan gelenlerin, kendi yemeklerini, kendilerinin doldurduğunu… Sonra, yine aynı şekilde, ücreti bıraktıktan sonra gittiklerini izledi, şaşkınlıkla.
Takribi bir saat sonra yalnız dönen Yunus’a;
- Önemli bir sıkıntı var mı delikanlı?
- Hayati bir tehlike yok bey amca. Genç bir kurye, motoruyla Mehmet Ali Ağabeyin bisikletine çarpmış. Yuvarlanırken kaldırıma çarpan ayağında kırık ve sürüklenmeden oluşan bol miktarda yarası var. Şimdi hastanedeler. Kırılan ayağı alçıya alınacak. Serpil Anne orada kaldı. Ben, dükkâna göz kulak olmak için mecburen geri dönmek zorunda kaldım.
- Anlıyorum. Allah korumuş. Büyük geçmiş olsun.
- Sağ ol bey amca.
- Sen, burada çalışıyorsun sanırım.
- Öyle olduğu söylenemez. Fakat neden sorduğunuzu merak ettim.
- Bu durumda, yükün çoğunun, senin sırtına kalacağını düşündüm sadece.
- Sen o tarafını merak etme bey amca.
Yunus, sözünü tamamlamasının ardından cep telefonunu çıkararak bir numarayı aradı;
- Bülent. Mehmet Ali Ağabey kaza geçirdi, bir ayağı kırıldı. Müsaitsen, Süleyman’ı da al gel.
Yaklaşık on dakika sonra aranan delikanlı gelmişti dükkânın önüne. Beş on dakika sonra da diğeri… Aralarındaki sohbete kulak misafiri olduğunda; gençlerin, üniversite öğrencisi olduklarını ve lokantanın sahiplerini çok sevdiklerini anladı ihtiyar adam.
Hele, son yaptıkları hesap gözlerini yaşarttı;
“Benim, öğleden önce dersim yok” dedi Süleyman. “Öğle vaktine kadar Serpil Anneye yardımcı olabilirim.”
“Tamam.” Dedi Bülent. “Ben de, öğleden sonra boşum.”
“Güzel.” Dedi Yunus. “Mehmet Ali Ağabey, iyileşip ayağa kalkana kadar, onu yalnız bırakmamamız lazım.”
“Sen merek etme.” Dedi Bülent. “Deniz’le de görüştüm. Şehir dışında, ailesinin yanındaydı ama yarın İstanbul’a dönecek. Gerekirse diğer arkadaşlardan da yardım isteriz.”
Kendi yemeğini, kendisi dolduran… Ücreti bırakmadan ayrılmayan müşteriler…
İşletmenin ayakta kalması için, kendine gönüllü nöbet yazan… İznini yarı da kesip dönen gençler…
“Anlaşılan…” Dedi ihtiyar adam. “Anlaşılan, bu lokantada yemekten önce sevgi satılıyor. Hem de, bedelsiz... Hem de, yemeklerinden bile lezzetli…”
“Bunca hikâyenin…” diye mırıldandı. “Bunca hikâyenin arasında yaşarken…”
Bulmaca ekinin üzerine bir şeyler karaladıktan sonra, gençlere kolaylıklar dileyerek yoluna revan oldu.
Masanın üzerini temizlerken, çözülmemiş bulmacanın üzerine karalanmış iki kelimeye takıldı Yunus’un gözleri.
“Nasıl yazmam?”
Bunca hikâyenin arasında yaşarken… Bir başka bahara ertelenmişti göl evi hayali, anlaşılan…

Faruk Yılmazer