7 Eylül 2019 Cumartesi

Su-i zan


Görüntüyü güzelleştirmek adına, boyanarak kulübe görüntüsü verilen elektrik trafolarını mescit zanneden milletvekili ile…
Ekonomi sınıfı hizmet araçlarını, makam aracı zanneden belediye başkanının gafları kıyasıya kapışır bence…

Faruk Yılmazer

1 Eylül 2019 Pazar

Çapa (Hikaye)


Çalışma masasını yasladığı duvardan gelen sesi işittiğinde, tarifsiz bir huzur kapladı içini. Yüzünü kaplayan gülümseme eşliğinde çalışmalarını kaydederken, “Valide sultan keyif çayı yapmış…” Diye mırıldandı. Altı ay önce ayrıldığı baba ocağının, kendisine tahsis edilen çatı katını bu kadar özleyeceğini bilse… Ve dahi, tüm geride bıraktıklarını…

Kahvaltı hazır…
Bakkala gidebilir misin?
Babanla birlikte akşam çayına bekliyoruz…

Tüm bunlar ve daha fazlası; annesinin seslenmeden, yalnızca alt kat duvarına vurarak meramını anlatabilme cümleleriydi. Aylar önce misafiri olan bir dostu, şahit olduğu bu durumu önce Mors alfabesine benzetmiş; sonra, “Yok, yok… Siz, resmen kendinize ait bir “Duvar Dili ve Edebiyatı bölümü kurmuşsunuz.” diyerek, uzunca bir süre gülmüştü.


* * *

“Gitme” demişti babası… Yaklaşık altı ay önce, almış olduğu iş teklifini değerlendirmek için aile üyeleriyle yapmış olduğu istişare de;
“Gitme. Üzerler seni...”
Ve bir çırpıda anlatmıştı yaşayabileceği tüm olumsuzlukları.
Birlikte içecekleri akşam çayında, “Tüm tespitlerin, nokta atışıydı.” itirafını yapmasa bile; sezonun bu en yoğun zaman diliminde İstanbul’da olması yeterliydi babası için, “Biz bu saçları, değirmende ağartmadık…” cümlesiyle başlayacak konuşmasını yapmaya…
Karıştırdığı çayından, ilk yudumu çektiği halde “Hadi anlat bakalım Erdinç Efendi!” cümlesinin, kulaklarında çınlamamasına hayret etti. Kafasını kaldırıp yüzlerine baktığında, annesinin mütebessim çehresi ve babasının meraklı bakışlarıyla karşılaştı. Anlaşılan o ki; annesi tarafından, “Çocuğun canını sıkma sakın…” diye,  ikaz edilmişti babası.
Yönetici olarak çalıştığı otelin, daimi müşteri olan bir işadamı Güney sahillerinin birinde bir tatil köyü satın aldığını söylemiş ve başına geçmesini teklif etmişti Erdinç’e, altı ay önce. Bir süre düşündükten sonra, kariyeri açısından bulunmayacak bir fırsat olduğuna karar vermiş; babasının, düzenini bozmaması adına yaptığı tüm ikazlara rağmen tatil köyünün yolunu tutmuştu.
Geride kalan yarım yıllık zaman dilimi, babasının ne kadar haklı olduğunun ispatıydı. Zaten ne zaman haksız çıkmıştı ki?
Daha ikinci bardağa geçmeden anlatıvermişti, yaşadığı tüm olumsuzlukları. Odalar, zamanında temizlenemiyor… Müşteriler, yeterince eğlendirilemiyor… Servislerde istikrar tutturulamıyor… Yemekler, istenilen lezzette olmuyordu. Kısacası, yetişemiyordu.
Konuşması bittiğinde, “Ben demiştim…” diye, söze başlamasını bekledi babasının bir süre. Lakin beklediği gibi olmadı. İkazı, sağlam almış olmalıydı.
- Peki, hiç mi olumlu tarafı yoktu? Dedi annesi, gülümsemesini hiç bozmadan.
İnsanların, yüzlerinden okuyabildiği mutlulukları ve kendine ayırabildiği nadir zaman dilimlerinde, yaşadığı güzellikler canlandı gözlerinin önünde. Aslında memnundu orada olmaktan ve çoğu insan gibi, âşıktı o da, denize. Memleketin, cenneti andıran bir köşesinde olmak, herkese nasip olmuyordu neticede…
- Olmaz mı?” Dedi. Bir sürü… Hele ki tekneyle, o muhteşem maviliğe açılmak yok mu? Vakit buldukça…
- Ayrılma isteğini, patronuna bildirdin mi? Diye sordu bu kez annesi.
- Hayır. Yarın, Levent’teki ofisine giderek yüz yüze konuşmak istiyorum.
- Anlıyorum. Bak ne diyeceğim…
Kurduğu son cümle, “Şimdi bütün dikkatini bana ver.” komutuydu annesinin, gayrı resmi…
- Dinliyorum anne.
- Kararını bildirmek için acele etme. Yarın, tatil köyüne birlikte gidelim kısmetse. Belki dışarıdan bir gözün, tüm bu olumsuzlukların neden yaşandığını görmesi daha kolay olur. Olmadı, bir tatil köyünde tatil yapmak nasıl oluyormuş, onu göstermiş olursun, bu yaşından sonra annene…
Yıllarca eğitimini aldığı bir işte, kendisinin göremediği neyi göreceğini bilmese de annesinin, itiraz etmedi. Babasına karşı yaşadığı mahcubiyeti, annesine karşı da yaşamak istemiyordu.

* * *

Yalnızca, ayakkabılarının yıpranmış topuk üstüne bakarak, birkaç tembel personeli ilk günden tespit etmişti yaşlı kadın. Her annenin bildiği bir durumdu bu. Çocuklar, bağlamaya üşendikleri için, bağcıklarını çözmeden geçirirlerdi ayakkabılarını ayaklarına. Bu da topuk üstünü aşırı yıpratırdı. Çocuklar için normal sayılan bu durum, yetişkinler için “iş yapan”  değil, “yapar görünen” bir kişilik geliştirdiklerinin ispatıydı.
İkinci gün; servis yapması gereken kişi sayısındaki eksikliğin, yapması gereken işi bir diğer arkadaşına emanet ederek, gönlünü çaldıkları müşterilerle sahilde vakit geçiren personelden kaynaklandığını gördü.
Sonraki günlerde, mutfak için alınan malzemelerin yağlı kısmının, nasıl taşındığını gördü; belli birkaç personel tarafından, kendi evlerine.
En ilginç diyalog, müşterileri eğlendirmekle görevli ses sanatçısı ile arasında geçmişti, yaşlı kadının. Sosyal medya denilen sanal ortamda, üç milyon takipçisi olmasıyla övünen sanatçının sesi çok iyi olmadığı gibi sürekli aynı şarkılarla tırmalıyordu müşterilerin kulaklarını.
“Bak oğlum!” Demişti yaşlı kadın. “Sürekli aynı şarkıları dinlemek insanları sıkar. Arada değişiklik yap.”
“Kayıtlarda yalnız bu şarkılar var. Yeni repertuar hazırlamam için İstanbul’a gitmem ve bir süre kalmam gerekir.” Cevabını almıştı, bu eleştirisi üzerine.
“Boş ver kaydı. Çık sahneye, canlı söyle…” Dediğinde aldığı cevap;
“Ama ben canlı söyleyemiyorum ki…” Olmuştu.
Anlaşılan o ki; özel cihazlarda sesi süzülmeden şarkı söyleyemeyen, çevresi gibi sesi de sanal olanın bir katkısı olmuyordu işletmeye.
Hafta sonu geldiğinde, işe zaten kendinin almamış olduğu birkaç personel değişiminin, işleri nasılda yoluna koyduğunu hayretle temaşa eylemişti Erdinç. İhtiyar kurtların hayat tecrübesi, dirsek çürüten tüm öğretilere baskın çıkmıştı. Bir hafta daha kalması için dil dökmesine rağmen, kesin bir dille reddetmişti annesi bu isteğini. Babası İstanbul’da yalnızdı ve yapacak işleri vardı. Tek dileği, anlata anlata bitiremediği o muhteşem maviliğe gözleriyle şahit olacağı tekne turuydu.

* * *

Maviliğin ortasında, “Nasıl oldu bu iş?” cümlesine sığdırılmış, geniş açıklama bekleyen o soruyu sordu annesine Erdinç…
Ortamın tadını çıkarmak adına, tekneyi sabitlemek için denize salınan çapayı işaret etti yaşlı kadın, cevaben. Ve yine o huzur veren gülümseme kapladı çehresini.
Anlamıştı Erdinç…
En başından beri güverteden bakmıştı olaya… Yer de, gök de maviydi. Olmasını istediği gibi…
Babası: koruma içgüdüsüyle tabanından bakmıştı teknenin, sürekli… Derinliği görmüştü hep, verdiği ürpertiyi… Korktuğu gibi…
Çapa olabilmekte saklıydı aslında tüm cevap…
Kimi zaman, teknenin kucağında temaşa etmeliydi maviliği…
Kimi zaman, denize salınıp hissetmeliydi. Derinliği… Tehlikeyi…

Beton duvarı dillendiren anne yüreği; teşhisi, en başında koymuş. Bulmuştu tedaviyi…

Faruk Yılmazer

Ağustos Gitti


Başımız sağ olsun demeye, serin tutma gereğimiz engel.
Aman ayaklara dikkat! Gönül ferahlığıyla, seneye de dön gel.

Faruk Yılmazer