19 Ağustos 2020 Çarşamba

Üç Muharrir (Roman) 1. Bölüm

           


     

            Aslı “şam” olan leyl-in ilk demlerine ak eklemek, nasıl ki ağartmıyor, hüznün can yoldaşı akşamları…
            Ak’lığına çalınmak istenen karayı tertemiz eder, samimiyetle dökülen gözyaşları…

            Salâlar, başlamamıştı henüz.
Başkomutan, “meydanlara inin” dememişti.
Yürekleri yakan şehit haberleri, ekranlara düşmemişti.
Yine de;
            15 Temmuz akşamı, sokağa ilk çıkanlardandı Salih Dede. Yetmiş bir yaşındaydı ve yaşının yükünü çekmekte artık zorlanan bacaklarına inat, dimdik ayaktaydı. Bastonunu dahi, Fadime Nine zorlukla tutuşturmuştu eline.
Darbe kalkışması olduğunu, televizyon ekranlarından öğrenir öğrenmez abdest tazelemiş… İki rekât namaz kıldıktan sonra kapıya koşmuştu.
“Nereye?” Demişti Fadime Nine. “Nereye Bey? Ekmek almaya mı?”
Elli yıllık birlikteliklerinde, hiç bakmadığı kadar sert bakmıştı Salih Dede, Fadime Nine’ye. Mahcupça boynunu bükmüştü ihtiyar kadın.
Dışarıya çıktığında, sokakta toplanmaya başlayan delikanlılardan biri daha Fadime Nine’yle aynı hataya düşmüştü;
- Salih Dede. Bu yaşında, sen nereye?
- Evvelki sene, Mevla nasip etmiş, Mina’da taşlamıştım şeytanı. Bu sene, soyuna ram olmuş soysuzları İstanbul’da taşlamak varmış kısmette.
- Sen hele bir dur. Biz gençler buradayken…
- Yok, demişti Salih Dede, gözleri yaşlı. Yirmi yedi Mayıs’ta, çocuktuk anlamadık. On iki Eylül’de, ortalık çok karışıktı, karışamadık. Yirmi sekiz Şubat’ta, tabak çanak çalanlarla yarışamadık. Bu sefer yağma yok. Bu hadsizlere, bu seferde hadlerini bildiremezsem… Gözlerim açık giderim, vallahi…
           



















Giriş

            Çalışma masasına yerleştirdiği mekanik daktilonun kapağını çıkardı önce. Ağır hareketlerle kâğıdını yerleştirdikten sonra, birbirlerine kenetlediği parmaklarını senkronize bir ses çıkana kadar gerdi. Şeridini bile zorlukla bulabildiği emektarını, aynı masanın demirbaşı olan bilgisayarın rahatlığına tamamen terk etmekten hayâ ediyordu. Yeniliklere açık bir insan olsa da; bazı değerleri muhafaza etmek, kârlı bir direnişti ona göre. Ne de olsa, sistemler çökse de, koşmaya devam ederdi yağız atlar. “Ali, ata bak.” Fişinin, tek savunulabilir yönüydü bu belki de…
            “Ne oluyorum şimdi ben?” diye mırıldandı. “İtikatta gelenekçi, amelde yenilikçi mi? Yoksa itikatta yenilikçi, amelde gelenekçi mi?”
            Sağ elini, okşar gibi gezdirdi tuşların üzerinde. Bağ kurma, gönül alma, birazda ısındırma amaçlı. Sonra bir isim döküldü dudaklarından, yalnız muhatabının duyduğu…
            “Hadi, taslağı yazmaya başlayalım artık ...” diye devam etti. “Sakın mahcup etme bizi.”
            Yazmak için tuşlara yaklaştırdığı ellerini aniden geri çekti ve gülümsedikten sonra, kırk yıllık dostuyla, soyut bir hesabın pazarlığını yapar gibi devam etti;
            “Peşin söyleyeyim ki, sonra darılmaca gücenmece olmasın. Mizahi unsurları bilgisayar ortamında ekleyeceğim, ona göre…”
           
            Beyaz önlüklü bir adam; yedi yumurtayı, mini kuluçka makinesindeki yedi boşluğa özenle yerleştirdikten sonra kapağını kapatır. Yarım daireyi andıran tezgâhın üzerine dikkatlice bıraktıktan sonra önlüğünün sağ cebinden muhabirlerin kullandığına benzer bir ses kayıt cihazı çıkarır.
            - 5 Aralık 2013 Perşembe. Saat 09.37 Deneme 11
            Sözünü tamamlamasının ardından, sağ duvardaki panoya yönelir. Panonun üzerindeki şalteri yukarıya doğru kaldırmasıyla dijital bir kronometre çalışmaya başlar önce. Ufak bir sarsıntının ardından tezgâh, saat yönünde belli belirsiz dönmeye başlar. Üzerindeki kuluçka makinesi, bir süre sonra duvarın, kesiği andıran boşluğunda gözden kaybolur.
           
            Not: Bu andan itibaren kamera, önce kronometreye odaklanmalı. Hızlı çekimde dakikaların saniyeden daha hızlı aktığı görüntülenmeli. Sonra bir İstanbul silueti, ardından yazı atölyesinin görüntüleri girmeli devreye. Yan yana olan iki kapısının birinden, minik öğrenci kıyafeti giydirilmiş yetişkin kursiyerlerin girdiği, diğerinden mezuniyet belgesi elinde eğitimi tamamlamış öğrencilerin çıktığı…

Saat dokuz yönünde gözden kaybolan kuluçka makinesi, saat üç yönünde tekrar görünür olmaya başlar. Kütlesi tezgâhın üzerinde tamamen belirince heyecanı yüzüne yansıyan adam şalteri aşağıya indirerek, kuluçka makinesinin yanına gider. Kapağı kaldırdığında, yumurtaların üçünün kabuğunun kırıldığını, dördününde kırılmakta olduğunu görür. Kayıt cihazını tekrar eline alır.
            - Saat:12.59 On birinci denemenin sonucu pozitif. Bu inanılmaz bir olay. Yirmi bir günlük kuluçka sürecini iki yüz iki dakikaya indiren, zamanın çok hızlı aktığı bir boyuta kapı aralamayı başardık. Besinlerin olağanüstü hızlarda üretildiği, açlığın son bulduğu, en önemlisi eğitimlerin çok hızlı verildiği bir dünya, artık hayal değil.

            Yazmaya ara vererek, ellerini başının arkasında kenetledikten sonra;
“Yahut yanlış ellerde, orduların çok hızlı yetiştirildiği bir dünya” diye hayıflandı.

           











Birinci Bölüm

            Öfke

            Durup soluklanma ihtiyacı hissettiğinde, kaçıncı katta olduğunu anlayabilmek için sağına soluna bakındı Ömer Faruk Keskiner. Harici boya vurulmamış beton grisi duvarların birinde, özensizce yazılmış “altı” rakamını görünce omzuna asılı olan çantayı yere bıraktı. Terden alnına yapışan uzun sarı saçlarını bir eliyle arkaya doğru atarken, yorgunluğun artırdığı asabi ruh haliyle söylendi
            “Daha yarı yolu bile aşamamışsın Ömer Efendi…  Sözde, genç olacaksın.”
            Bedenini, bir üst katın merdivenlerine, koltuk niyetine bıraktıktan sonra sağ ayağındaki ayakkabıyı oflayarak çıkardı ayağından. Çorabını çıkarmak istemedi. Karşılaşacağı manzaranın hoşuna gitmeyeceğini biliyordu. Çektiği eziyeti, gereksiz bir görsellik ekleyerek ikiye katlamanın gereği yoktu.
Salt yorgunluktan ibaret değildi problemi. Neredeyse bir buçuk aydır yaşadığı sağ ayağının başparmağındaki tırnak batması sorununu, tıbbi destek almak yerine kendi yöntemiyle çözmeye karar vermişti iki gün evvel. Ölçüyü tutturamamış, müdahaleyi fazla derinden yapınca iltihap kapmıştı başparmağı. Evinden ayrılmadan önce sürmüş olduğu merhemin, uyuşturucu etkisi nihayetlenmeye başlamış olacak ki, inceden sızlama atakları başlamıştı bile. “Bu ayakla zirveye çıkmak, gerçekten zor olacak.” Diye mırıldandı.
Kaba inşaatı tamamlanmış olsa da; hakkında açılan davaların aleyhine sonuçlanacağını anlayan müteahhidinin yurtdışına kaçmasıyla ne giydirme işlemi, ne de ince işçiliği tamamlanabilmişti nefesini kesen gökdelen vari yapının. Bulunduğu mevkide ilk olmasına rağmen, çevresinde yükselen emsalleri arasında giderek gözden kayboluyordu. Örtüsüzlüğünün ve terk edilmişliğinin utancıyla gizlenmeye çalışıyor izlenimi veriyordu, dışarıdan bakan gözlere.
Bir süre siyaset sahnesinde de boy gösteren iş dünyasının önde gelen isimlerinden olan müteahhidi, neredeyse tüm ülke tarafından tanınan, güvenilen, renkli bir kişilikti aslında. Daha proje aşamasında, neredeyse tüm ofisleri satabilmiş olması bu güvenin getirisiydi. Topladığı paralarla yurtdışına kaçması tüm katılımcılarda şok etkisine sebep olmuştu. Hâlâ büyük bir çoğunluk; hakkında açılan davaların siyasi olduğuna, temize çıktığında geri dönerek başladığı işi tamamlayacağına dair umut taşıyordu.
Nefes alışverişinin normale döndüğünü hissettiğinde, topuğuna basarak giymeyi tercih etti ayakkabısını. Yere indirmiş olduğu çantasını tekrar omzuna attı. Gözünde büyüyen basamaklara umarsız bir bakış attıktan sonra tekrar söylendi;
“Asansörleri takılmış olsaydı bari…”
Yirmi sekiz yaşında, bekâr,  son dört senedir kalkıştığı hiçbir işte dikiş tutturamamış, yakınlarının gözündeki kredisi de dâhil, bir kaybedendi Ömer Faruk. Oysa böyle değildi en başında durum. Ailesi ve öğretmenleri tarafından; hedefi olan, üniversitenin “Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi” bölümünü kazanmasına kesin gözüyle bakılan, zeki bir öğrenciydi geçmişte. Gelecek vaat ediyordu.
“Gelecek…” Sevmezdi bu kelimeyi kullanmayı. Her ne kadar zaman bildiriyor olsa da; yapısında bir keskinlik, şirk boyutunda bir kibir, bir kifayetsizlik olduğunu düşünürdü. Öncesine yahut sonrasına eklediği “inşallah” kelimesiyle, gidermeye çalışırdı kelimenin nakıslığını. Daha çok, alternatifi olan “istikbal” kelimesiyle kurmaya çalışırdı bu tarz cümleleri. “İstikbal vaat ediyordu.” Ta ki üniversite sınavının cevap kâğıdında kaydırma yapana kadar…
Ailesini olduğu kadar, okul ve dershane öğretmenlerini de şok etmişti bu durum. Özellikle dershane öğretmenlerini… Bir öğrencinin başına gelebilecek belki de en kötü şeydi cevap kâğıdında kaydırma yapmak ve bu en gözde öğrencilerinden birinin başına gelmişti. Ücretsiz olarak bir sene daha derslere katılmasını teklif ettilerse de, başkalarının havada atlayacağı bu teklifi geri çevirmişti Ömer Faruk. Sonraki sene tercihi değişmiş ve yeni tercihi olan “Reklamcılık” bölümünü, bireysel çalışmalarıyla kazanmıştı. Tanıyanlara; birilerinden, bir şeylerden uzaklaşmaya çalıştığı intibaı vermişti bu dönüşüm.
Kendisinden başka kimsenin bilmediği bir gerçekti aslında bunlara sebep. Sınav öncesindeki son haftaya özel bir program hazırlamıştı dershane… Sadece bazı öğrencilerin katılabildiği, son gün yapılan deneme sınavıyla sonlanan bir program. Bir alt seviyedeki gurupla birlikte eğitim gören ikiz kardeşi Osman, aynı programa davet edilmemişti meselâ.
Gerçek sınava girdiğinde, deneme sınavında sorulan soruların neredeyse bire bir aynısıyla karşılaşan Ömer Faruk, dönen oyunun idrakine varmıştı biranda. Başından aşağıya kaynar su dökülmesi, deyimini bizatihi yaşamış; tüm uyarılara rağmen, inanmak istemediği, dershanelerin bağlı olduğu camianın gerçek yüzünü görebilmişti nihayet.
Durumu hazmedememiş, hak etmediği bir başarıyı sahiplenmek istemediğinden bilinçli kaydırma yapmıştı cevap kâğıdında. Başkalarının hakkını gasp ederek basamak atlamak, kesinlikle savunduğu değerlere uygun bir durum değildi. Önünde, cevap kâğıdını boş bırakmak gibi harici bir seçenek daha duruyor olsa da,  ailesine bunu izah edebilmesi imkânsıza yakındı.
 O çok sevdiği, hatta alt sınıflardaki öğrencilere “ağabeylik” yaparak yardımcı olmaya çalıştığı yapıya karşı, müthiş bir öfke duymaya başlamıştı o andan itibaren. Oysa bozuk düzene çeki düzen verecek, ülkenin insanına hizmet götürecek hizmet erleri olduklarına ne kadar inanmıştı. Ortada gerçekten bir hizmet varsa da; o hizmetin, bu ülkenin, bu coğrafyanın insanı için yapılmadığını net bir şekilde görebiliyordu artık.
Öfkeli mizacı; başkalarının umursamayacağı, gülüp geçeceği olaylar karşısında, bir anda çılgına çevirebiliyordu onu. Başlarda, yaradılış gereği olduğunu düşündüğü durumunun; isminden kaynaklandığına karar kılmıştı sonraları Cahit Zarifoğlu’nun, “Sultan” isimli şiirini okuduğunda.

Seçkin
Bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri “acz” tutuyor
Bağışlamanı dilerim.
(Cahit Zarifoğlu)

Tam adı, Abdurrahman Cahit Zarifoğlu olan şairin isminin baş harfleri gerçektende “ACZ” tutuyordu. Kendi isminin baş harfleriyse, “ÖFKE”. Kendince birkaç satır karalamıştı o da, bunu fark ettiğinde.

Kutsal emir gereği
“Öf” demedim
Ne anama
Ne babama
Ama “öfke” okunmuş kulağıma
Ezanla, kamet arası
Ya “af” ile değiştirmeni
Yahut sabrını dilerim

İki mola daha verdikten sonra nihayet ulaşabilmişti hedefine. En üst katta devasa bir ofisteydi. El kamerasıyla yapılacak bir reklam filmi çekimi için davet edilmişti bulunduğu yere. Mekân seçiminin aykırılığını sorgulamamıştı. Neden kendisinin tercih edildiğini…
Zaten ne davet edenleri tanıyordu, ne de çekimin içeriğinden haberdardı. Görüşme ve çekim aynı mekânda gerçekleşecekti. Telefon görüşmesinde dile getirilen ücret yabana atılacak cinsten değildi ve düşünmeden “evet” demesine sebep olmuştu. Bu, profesyonel olarak yapacağı ikinci iş olacaktı. “Popüler olmanın getirisi, işte tüm bunlar…” Diye aklından geçirdi.
Bir sene önce yayınlamış olduğu gizli video kaydı bir anda popüler olmasına sebep olmuş, sonrasında internetin o meşhur video kanalına yüklediği kısa film çalışmaları tıklanma rekorları kırmıştı. Yıllardır ters giden talihi nihayet geri dönüyordu.
Beş sene evvel okulunu bitirmiş, sonrasında yedek subay olarak askerlik görevini yerine getirmişti. O zaman zarfından beri okuduğu bölümle ilgili bir işe girebilmek nasip olmamıştı. Bunda sırtını döndüğü yapının etkisi olduğundan adı gibi emin olsa da, elinden bir şey gelmiyordu. Öylesine can alıcı noktalara sızmışlardı ki, şikâyette bulunulabilecek birimlerin başında dahi onlar vardı.
Umurunda da değildi aslında. Terk ettiklerinin, onu geri kazanmak için yaptıkları bütün girişimleri geri çevirmişti. Ailesine daha fazla yük olmamak için geçici işlere girip çalışsa da, istikrar sağlayamamıştı. Umurunda olan tek şey… Tek kişi…

Dört kişiden oluşan çekirdek ailesiyle birlikte, İstanbul içinde ayrı bir şehir haline dönüşen Başakşehir’de ikamet ediyorlardı son birkaç senedir. Aynı ilçede, orta seviye bir marketin sahibi olan babası, ev hanımı olan annesi ve yarım saatlik farkla ağabeyi olduğu tek yumurta ikizi olan Osman’la birlikte. Ama çocukluğunun geçtiği, her gün ziyaret etmekten vazgeçmediği Fatih ve çevresiydi onun gerçek mahallesi.

Bir yarış vardı ortada. Küçücük bedenlerin, minicik elleriyle kalem tutarak hazırlanmaya başladıkları bir yarış. Henüz sebebini dahi anlayamadıkları… Uğruna körebeden, saklambaçtan vazgeçtikleri… Oyun ihtiyaçlarını, beyin yıkayan ışıltılı cihazlarla gidermek zorunda kaldıkları… Ve tüm bunlar, geleceğin inşası adına yapılıyordu.
Yine “gelecek” geçmişti ama bu sefer yerine oturmuştu sanki kelime. En azından parçalar halinde…
“Ele” her zaman düşeş, pulu kırık olana sürekli “gele”…
Seçilmişler içinde yer alamayan, hem kör, hem ebe…
Yeniden yazılmıştı saklambacın kuralı; hak edenlere “sobe”, hak etmeyenler kral ve “ece”.
Böyleydi işte, yarışta hile yapanların arzuladığı gelecek. Henüz orta öğretim aşamasındayken sızmaya başladıkları zeki dimağların peşini bırakmıyor; üniversite sınavı da dâhil olmak üzere, istedikleri konuma yükseltmek için illegalde olsa bütün seçenekleri deniyorlardı. Kendilerinden olmayanlar, tercih ettikleri bölümde okuyabilmek için kırk deveye kırk hendek atlatmak zorunda kalıyorlardı.
Yine de aradan sıyrılabilenler çıkıyordu tüm haksız rekabete rağmen. Onlarında önü, tıpkı Ömer Faruk’ta olduğu gibi işe girme aşamasında kesiliyordu. İnsanın eğitimini aldığı sektörde çalışamaması hem kişi, hem de ülke için çok kötü bir durumdu aslında. Kişi için, yıllarca sarf ettiği emeğin; ülke için, milli servetin ziyanıydı. Soruları çalan güruh için önemsiz bir konuydu bu. Onlar, uzanabildikleri her köşe başına kendi adamlarını yerleştirmenin telaşındaydı.
Hedeflerine varmak için her yolu mubah görenler; insanların hayallerini, emeklerini, istikballerini çalıyordu. Ve asıl niyetlerinin istiklallerini çalmak olduğu, 15 Temmuz 2016 akşamı kalkıştıkları darbe girişiminde, yani yaklaşık bir sene önce ortaya çıkmıştı. Bir vakit, içlerinden biri olmanın verdiği utançla; köprüde en ön sırada saf tutanların arasına karışmıştı Ömer Faruk. Yine aynı günahın bedeli olsa gerek; ne çetenin elebaşlarından birini alnından vuran adaşının, ne de oğluyla el ele vatan savunmaya giden meslektaşının, içtiği şahadet şerbetinden nasiplenebilmişti.

Ofise girdiğinde, içeride çalışan üç kişi olduğunu gördü. Bir karşılama yahut selamlaşma faslı geçmedi aralarında. Varlığını umursamadıklarına göre, içlerinden hiçbiri davet sahibi olamazdı. Bir köşeye yığılmış kolileri açıyor, çıkardıkları malzemelerle ofisi dekore etmeye çalışıyorlardı. Yüzlerindeki aşırı ciddi ifade ve kaslı bedenleri, şahısların özel eğitimli asker olduğu izlenimi verdi Ömer Faruk’a. Ara sıra, yan gözle kendisini süzdüklerinin de farkındaydı. Sonra “paranoyaklaşıyorum galiba” diye geçirdi aklından. Sadece sırt çantasıyla çıkarken bile zorlandığı en üst kata, o kolileri çıkarabilmek her babayiğidin harcı olamazdı. Onca yorgunluğun ardından tebessüm edecek halleri dahi kalmamış olmalıydı çalışanların.
Saatine göz attı. Telefonda görüştüğü şahısla, sözleştikleri buluşma vaktine daha on dakika vardı. Henüz çalışma yapılmayan bir köşeye geçerek beklemeye başladı. Ofisin kendisi gibi devasa olan pencereleri Büyük İstanbul Otogarına bakıyordu. Sessizce otogarı seyre daldı. İlk defa kuşbakışı seyrettiği otogar; sekizgen yapısı, dört doruk noktasına kondurulmuş piramitleri, kesintisiz hareketli hali ile sanki bir ritüele ev sahipliği yapıyor gibiydi.
Sıcaktan bunalmıştı. Güneş, gün ortası dediğimiz, en tepe noktasına varmak üzereydi. Ofisin, sadağından fırlayan bir ok gibi yol alan ışınlarına engel siyah cam mahremiyeti olsa da, ısı faktörünü tolere edebilecek bir yapılandırması yoktu.
Az sonra çalışanlar işlerini bitirmiş olmalıydı ki, içlerinden birinin yapmış olduğu telefon görüşmesinin ardından, yine çalıştıkları gibi sessizce ofisi terk ettiler. Yapmış oldukları dekorasyona şaşkınlıkla baktı Ömer Faruk. Standart masa ve dolap gibi eşyaların haricinde, bir çeşit düzenek kurulmuştu ofise. Düzeneği alıcı gözüyle incelediğinde beyninde şimşekler çaktı. “Fakat nasıl olur?” Kelimeleri döküldü dilinden. “Henüz hiçbir ortamda paylaşmadım ki!”
Altındaki basit mekanik aksamı göze çarpan; duvara yaslanmış, yarım daire şeklinde büyükçe bir masayı andırıyordu düzenek. Üzerinde dairesel şekilde dizilmiş şeffaf kutular duruyordu. Yaklaştığında, taşıyıcı yüzeyin aslında tam daire olduğunu; diğer yarının, duvardaki kesikten diğer odaya uzandığını fark etti. Tıpkı, henüz proje aşamasında olan son kısa filmi için tasarladığı gibi.
Hemen sırt çantasından el kamerasını çıkardı Ömer Faruk. Başta düzenek olmak üzere tüm ofisin görüntüsünü kaydetmeye başladı. Sırtı dönük olduğu için, içeriye giren kişiyi fark edememişti.
- Bakıyorum, erkenden çalışmaya başlamışsınız Bay…
“Bu ses…” Diye geçirdi aklından, arkasını dönmeden önce. Gerçekten o muydu? Kesinlikle o olmalıydı. Neden tutuklu değildi ki? “Nasıl bir tezgâha düştüm ben?” Diye mırıldandıktan sonra;
- Ömer Faruk… Ömer Faruk Keskiner… Ve sanırım bunu zaten biliyorsunuz Yarbay Necip.
Sözünü tamamlamasının ardından, yüzünü muhatabına döndü. Alaycı bir dille;
- Pardon… Unutmuşum. Rütbelerini sökmüşlerdi değil mi, sıradan vatandaş Necip?
Bakışlar birleştiğinde; iki tarafta, diğerinin yüzüne yansıyan aynı ortamda bulunma hoşnutsuzluğunu rahatlıkla okuyabiliyordu. Necip’inde en az kendisi kadar şaşkın olduğunu müşahede etti Ömer Faruk. Sebebine mantıklı bir açıklama getiremeyince, en başarılı olduğu işi, yani rol yaptığını düşündü. Sözlü sataşmalarına dozajını artırarak devam etti;
- On altı katı, sadece kendi ayaklarına güvenerek çıkmış olman ilginç. İhraç edilmenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyor olsan gerek…
Sataşmaları duymazdan geldi Necip. An itibariyle, kördüğüm olmuş iplik çilesini, yumağa çevirmenin çilesini yaşıyordu sanki.
- Neden burada olduğunuzu biliyorsunuz değil mi, Ömer Bey?
Ömer Faruk’un yüzündeki alaycı ifade, yerini ciddiyete terk etti;
- Bildiğimi sanıyordum. Ama bilmiyormuşum.
Eski askerin yüzüne tiksinir gibi bakarak devam etti;
- Söylesene… Bu kumpası, kendi aklınla mı kurdun? Yoksa plan, oynatıcılarına mı ait? Allah aşkına… Gene ne dolap çeviriyorsunuz siz?
Bir süre suskun kaldıktan sonra, geciken cevabı beklemeden devam etti;
- Ya da en iyisi, hiçbir şey söyleme. Ben gidiyorum.
Çantasını omzuna taktı ve ofisin kapısına doğru yürümeye başladı. Necip;
- Ömer Bey, bir dakika!
Aldırış etmeden yürümesine devam etti Ömer Faruk. Arkasından koşan eski asker, merdiven hizasında yakaladı onu.
- Ne halt ettiğini sanıyorsun sen?
- Gidiyorum. Ama tabi… Eşini bile önüne konulan katalogdan seçen biri, özgür iradeyi nereden bilsin? İpin, kimlerin elindeyse onlara söyle. Hepinizin canı cehenneme…
Sahte dinginliğini korumayı artık başaramayan Necip;
- Bana bak reklamcı. Söyleyeceklerimi dinlemeden hiçbir yere gidemezsin.
Necip’in, mesleğini söylerken kullandığı tonlamanın aşağılama amaçlı olduğunu düşündü Ömer Faruk.
- Öyle mi? Bak ve gör, nasıl gidiyorum.
Atmak üzere olduğu adımdan vazgeçerek bir anlığına duraksadı. Gözlerini tekrar Necip’in gözlerine dikerek;
- Yaranız büyük, değil mi? Siz ihanet içerisindekiler, vatanın kalelerini zapt etmeye çalışırken, bu aziz vatanı savunmak için on altı yaşındaki oğluyla birlikte sokağa koşan, gözünü kırpmadan şahadet şerbetini içen reklamcı ve onun gibi insanların açtığı yaranız büyük…
- Hiçbir şey bilmiyorsun.
Ömer Faruk, Necip’e omzuyla yaptığı, sözlerini umursamadığını belli eden hareketten sonra gitmek için harekete geçti. Necip, gitmesini engellemek için elini omzuna attığında, aniden dönen Ömer Faruk’un yumruğu suratında patladı. İsmiyle özdeşlesen öfkesi artık tavan yapmıştı. Ama asıl sebep, zaten uzun bir zamandır bunu yapmanın hayalini kuruyor olmasıydı. O andan itibaren sözlü kavgaları fiziki kavgaya dönüştü.

Bir çeyrek saat sonra, binanın önüne yanaşan sivil araçtan “Siyah Giyen Adamlar” filminden fırlamış gibi duran iki adam indi. Siyah takım elbise, siyah ayakkabı, siyah gözlük… Çevre binaların güvenlikçileri, bina girişinin önünde toplanmıştı. Şoför kapısından inen adam, güneş gözlüklerini çıkardıktan sonra;
- Ne oluyor burada?
- Bizde bilmiyoruz, dedi içlerinden biri. Daha yeni geldik.
Bir diğeri arkadaşını işaret etti;
- Ferhat Ağabey, bir kişinin feryat ettiğini duymuş. Ben bağıran kimseyi duymadım.  Ama büyük bir gürültü duydum. Galiba birisi asansör boşluğuna düştü.
Diğer siyah elbiseli adam binaya doğru koşarken, o sorularına devam etti;
- Ferhat hanginiz?
Güvenlikçilerden en yaşlı görüneni bir adım öne çıktı;
- Benim.
- Bu binanın boş olması gerekmiyor muydu Ferhat Bey?
- Öyle ama evsizin biri kendisine mesken tutmuş olabilir, diye cevapladı bu soruyu Ferhat.
- Aranızdan kimse içeriye girmedi mi?
Güvenlikçiler birbirlerine baktıktan sonra olumsuz mana da başlarını salladılar.
-Hayır.
- Ya dışarıya çıkan birini gören?       
Cevap yine aynıydı;
- Hayır.
- Bence ambulans çağırmalıyız, dedi güvenlikçilerden biri.
- Gerçekten yardıma muhtaç biri var mı bilmiyoruz, diye cevapladı siyah elbiseli adam. Önce emin olmalıyız.
İçlerinden en genç olanı, cep telefonunu çıkardı ve arkadaşının dirseğiyle dürterek uyarmaya çalışmasına aldırmadan;
- Ben polisi arıyorum, dedi.
Ceketinin cebinden çıkardığı kimliği, gözüne sokmak ister gibi o güvenlikçinin yüzüne yaklaştırdı siyah elbiseli adam;
- Buna gerek olduğunu sanmıyorum.
Binaya giren arkadaşı, ağır adımlarla dışarıya çıktığında bakışları ona yöneldi. Hal ve hareketlerinden durum okuması yapmaya çalışıyordu. Başını sağa sola doğru çevirerek yaptığı olumsuzluk bildiren hareket sonrası, yerdeki bir taşı tekmeler gibi hırsla savurdu ayağını.
- Kimse uzaklaşmasın beyler. Birazdan hepinizin ifadesi alınacak.

Olay, ertesi günün gazetelerinde iki cümlelik bir haber olarak yer aldı.

İnternet fenomeni olarak tanınan Ömer Faruk Keskiner, Büyük İstanbul Otogarı yakınındaki boş bir binanın asansör boşluğunda ölü olarak bulundu. Polis, olayın kaza yahut intihar olduğunu düşünüyor.

Aynı gün okyanus ötesindeki, iki kişinin arasında şu diyalog geçiyordu;
- Çocuğun öldüğü, resmi açıklamalarla doğrulandı efendim.
- Bizimle necm-e ulaşmak yerine, ayağa düşmeyi tercih etti. Tercihinde, ihanetinde bedeli olur.
- Haklısınız efendim.
-Ya Necip?
- Kaçmayı başarmış efendim.  Polis her yerde onu arıyormuş.
- Demek kaçmış. O halde bağlantıyı nasıl kurmuşlar?
- Çocukla Necip münakaşa ederken, çocuğun kamerası kayıttaymış. Resmi açıklama farklı olsa da polis, çocuğu Necip’in öldürdüğüne emin.
- Neden tartışmışlar?
- Henüz bilmiyoruz efendim. Eski defterlerin açıldığına dair bir tahminim var sadece.
- Mıknatıs, âlâ bir etki göstermiş demek. Ya bizim çocuklar?
- Olay yerine, erkenden siviller gelince uzaklaşmak zorunda kalmışlar. Olayı çok gizli tutuyorlar. İçerideki adamımız bilgi edinmeye çalışıyor. Çok yakında detayları öğreniriz efendim.
- İletişime geçerse, yapmanız gerekeni biliyorsunuz.
- Elbette efendim.