Aslı
“şam” olan leyl-in ilk demlerine ak eklemek, nasıl ki ağartmıyor, hüznün can
yoldaşı akşamları…
Ak’lığına
çalınmak istenen karayı tertemiz eder, samimiyetle dökülen gözyaşları…
Salâlar, başlamamıştı henüz.
Başkomutan, “meydanlara inin”
dememişti.
Yürekleri yakan şehit haberleri,
ekranlara düşmemişti.
Yine de;
15 Temmuz akşamı, sokağa ilk
çıkanlardandı Salih Dede. Yetmiş bir yaşındaydı ve yaşının yükünü çekmekte
artık zorlanan bacaklarına inat, dimdik ayaktaydı. Bastonunu dahi, Fadime Nine
zorlukla tutuşturmuştu eline.
Darbe kalkışması olduğunu,
televizyon ekranlarından öğrenir öğrenmez abdest tazelemiş… İki rekât namaz
kıldıktan sonra kapıya koşmuştu.
“Nereye?” Demişti Fadime Nine.
“Nereye Bey? Ekmek almaya mı?”
Elli yıllık birlikteliklerinde,
hiç bakmadığı kadar sert bakmıştı Salih Dede, Fadime Nine’ye. Mahcupça boynunu
bükmüştü ihtiyar kadın.
Dışarıya çıktığında, sokakta
toplanmaya başlayan delikanlılardan biri daha Fadime Nine’yle aynı hataya
düşmüştü;
- Salih Dede. Bu yaşında, sen
nereye?
- Evvelki sene, Mevla nasip
etmiş, Mina’da taşlamıştım şeytanı. Bu sene, soyuna ram olmuş soysuzları
İstanbul’da taşlamak varmış kısmette.
- Sen hele bir dur. Biz gençler
buradayken…
- Yok, demişti Salih Dede,
gözleri yaşlı. Yirmi yedi Mayıs’ta, çocuktuk anlamadık. On iki Eylül’de,
ortalık çok karışıktı, karışamadık. Yirmi sekiz Şubat’ta, tabak çanak
çalanlarla yarışamadık. Bu sefer yağma yok. Bu hadsizlere, bu seferde hadlerini
bildiremezsem… Gözlerim açık giderim, vallahi…
Giriş
Çalışma masasına yerleştirdiği mekanik daktilonun
kapağını çıkardı önce. Ağır hareketlerle kâğıdını yerleştirdikten sonra,
birbirlerine kenetlediği parmaklarını senkronize bir ses çıkana kadar gerdi.
Şeridini bile zorlukla bulabildiği emektarını, aynı masanın demirbaşı olan
bilgisayarın rahatlığına tamamen terk etmekten hayâ ediyordu. Yeniliklere açık
bir insan olsa da; bazı değerleri muhafaza etmek, kârlı bir direnişti ona göre.
Ne de olsa, sistemler çökse de, koşmaya devam ederdi yağız atlar. “Ali, ata
bak.” Fişinin, tek savunulabilir yönüydü bu belki de…
“Ne oluyorum şimdi ben?” diye
mırıldandı. “İtikatta gelenekçi, amelde yenilikçi mi? Yoksa itikatta yenilikçi,
amelde gelenekçi mi?”
Sağ elini, okşar gibi gezdirdi
tuşların üzerinde. Bağ kurma, gönül alma, birazda ısındırma amaçlı. Sonra bir
isim döküldü dudaklarından, yalnız muhatabının duyduğu…
“Hadi, taslağı yazmaya başlayalım
artık ...” diye devam etti. “Sakın mahcup etme bizi.”
Yazmak için tuşlara yaklaştırdığı
ellerini aniden geri çekti ve gülümsedikten sonra, kırk yıllık dostuyla, soyut
bir hesabın pazarlığını yapar gibi devam etti;
“Peşin söyleyeyim ki, sonra
darılmaca gücenmece olmasın. Mizahi unsurları bilgisayar ortamında ekleyeceğim,
ona göre…”
Beyaz önlüklü bir
adam; yedi yumurtayı, mini kuluçka
makinesindeki yedi boşluğa özenle yerleştirdikten sonra kapağını kapatır. Yarım
daireyi andıran tezgâhın üzerine dikkatlice bıraktıktan sonra önlüğünün sağ
cebinden muhabirlerin kullandığına benzer bir ses kayıt cihazı çıkarır.
-
5 Aralık 2013 Perşembe. Saat 09.37 Deneme 11
Sözünü
tamamlamasının ardından, sağ duvardaki panoya yönelir. Panonun üzerindeki
şalteri yukarıya doğru kaldırmasıyla dijital bir kronometre çalışmaya başlar
önce. Ufak bir sarsıntının ardından tezgâh, saat yönünde belli belirsiz dönmeye
başlar. Üzerindeki kuluçka makinesi, bir süre sonra duvarın, kesiği andıran
boşluğunda gözden kaybolur.
Not: Bu andan itibaren kamera, önce
kronometreye odaklanmalı. Hızlı çekimde dakikaların saniyeden daha hızlı aktığı
görüntülenmeli. Sonra bir İstanbul silueti, ardından yazı atölyesinin
görüntüleri girmeli devreye. Yan yana olan iki kapısının birinden, minik
öğrenci kıyafeti giydirilmiş yetişkin kursiyerlerin girdiği, diğerinden
mezuniyet belgesi elinde eğitimi tamamlamış öğrencilerin çıktığı…
Saat
dokuz yönünde gözden kaybolan kuluçka makinesi, saat üç yönünde tekrar görünür
olmaya başlar. Kütlesi tezgâhın üzerinde tamamen belirince heyecanı yüzüne
yansıyan adam şalteri aşağıya indirerek, kuluçka makinesinin yanına gider.
Kapağı kaldırdığında, yumurtaların üçünün kabuğunun kırıldığını, dördününde
kırılmakta olduğunu görür. Kayıt cihazını tekrar eline alır.
-
Saat:12.59 On birinci denemenin sonucu pozitif. Bu inanılmaz bir olay. Yirmi
bir günlük kuluçka sürecini iki yüz iki dakikaya indiren, zamanın çok hızlı
aktığı bir boyuta kapı aralamayı başardık. Besinlerin olağanüstü hızlarda
üretildiği, açlığın son bulduğu, en önemlisi eğitimlerin çok hızlı verildiği
bir dünya, artık hayal değil.
Yazmaya ara vererek, ellerini
başının arkasında kenetledikten sonra;
“Yahut yanlış ellerde, orduların
çok hızlı yetiştirildiği bir dünya” diye hayıflandı.
Birinci
Bölüm
Öfke
Durup soluklanma ihtiyacı
hissettiğinde, kaçıncı katta olduğunu anlayabilmek için sağına soluna bakındı
Ömer Faruk Keskiner. Harici boya vurulmamış beton grisi duvarların birinde,
özensizce yazılmış “altı” rakamını görünce omzuna asılı olan çantayı yere
bıraktı. Terden alnına yapışan uzun sarı saçlarını bir eliyle arkaya doğru
atarken, yorgunluğun artırdığı asabi ruh haliyle söylendi
“Daha yarı yolu bile aşamamışsın
Ömer Efendi… Sözde, genç olacaksın.”
Bedenini, bir üst katın merdivenlerine,
koltuk niyetine bıraktıktan sonra sağ ayağındaki ayakkabıyı oflayarak çıkardı
ayağından. Çorabını çıkarmak istemedi. Karşılaşacağı manzaranın hoşuna
gitmeyeceğini biliyordu. Çektiği eziyeti, gereksiz bir görsellik ekleyerek
ikiye katlamanın gereği yoktu.
Salt yorgunluktan ibaret değildi
problemi. Neredeyse bir buçuk aydır yaşadığı sağ ayağının başparmağındaki
tırnak batması sorununu, tıbbi destek almak yerine kendi yöntemiyle çözmeye
karar vermişti iki gün evvel. Ölçüyü tutturamamış, müdahaleyi fazla derinden
yapınca iltihap kapmıştı başparmağı. Evinden ayrılmadan önce sürmüş olduğu
merhemin, uyuşturucu etkisi nihayetlenmeye başlamış olacak ki, inceden sızlama
atakları başlamıştı bile. “Bu ayakla zirveye çıkmak, gerçekten zor olacak.”
Diye mırıldandı.
Kaba inşaatı tamamlanmış olsa da;
hakkında açılan davaların aleyhine sonuçlanacağını anlayan müteahhidinin
yurtdışına kaçmasıyla ne giydirme işlemi, ne de ince işçiliği tamamlanabilmişti
nefesini kesen gökdelen vari yapının. Bulunduğu mevkide ilk olmasına rağmen,
çevresinde yükselen emsalleri arasında giderek gözden kayboluyordu.
Örtüsüzlüğünün ve terk edilmişliğinin utancıyla gizlenmeye çalışıyor izlenimi
veriyordu, dışarıdan bakan gözlere.
Bir süre siyaset sahnesinde de
boy gösteren iş dünyasının önde gelen isimlerinden olan müteahhidi, neredeyse
tüm ülke tarafından tanınan, güvenilen, renkli bir kişilikti aslında. Daha
proje aşamasında, neredeyse tüm ofisleri satabilmiş olması bu güvenin
getirisiydi. Topladığı paralarla yurtdışına kaçması tüm katılımcılarda şok
etkisine sebep olmuştu. Hâlâ büyük bir çoğunluk; hakkında açılan davaların
siyasi olduğuna, temize çıktığında geri dönerek başladığı işi tamamlayacağına
dair umut taşıyordu.
Nefes alışverişinin normale
döndüğünü hissettiğinde, topuğuna basarak giymeyi tercih etti ayakkabısını.
Yere indirmiş olduğu çantasını tekrar omzuna attı. Gözünde büyüyen basamaklara
umarsız bir bakış attıktan sonra tekrar söylendi;
“Asansörleri takılmış olsaydı
bari…”
Yirmi sekiz yaşında, bekâr, son dört senedir kalkıştığı hiçbir işte dikiş
tutturamamış, yakınlarının gözündeki kredisi de dâhil, bir kaybedendi Ömer
Faruk. Oysa böyle değildi en başında durum. Ailesi ve öğretmenleri tarafından;
hedefi olan, üniversitenin “Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi” bölümünü kazanmasına
kesin gözüyle bakılan, zeki bir öğrenciydi geçmişte. Gelecek vaat ediyordu.
“Gelecek…” Sevmezdi bu kelimeyi
kullanmayı. Her ne kadar zaman bildiriyor olsa da; yapısında bir keskinlik,
şirk boyutunda bir kibir, bir kifayetsizlik olduğunu düşünürdü. Öncesine yahut
sonrasına eklediği “inşallah” kelimesiyle, gidermeye çalışırdı kelimenin
nakıslığını. Daha çok, alternatifi olan “istikbal” kelimesiyle kurmaya
çalışırdı bu tarz cümleleri. “İstikbal vaat ediyordu.” Ta ki üniversite
sınavının cevap kâğıdında kaydırma yapana kadar…
Ailesini olduğu kadar, okul ve
dershane öğretmenlerini de şok etmişti bu durum. Özellikle dershane
öğretmenlerini… Bir öğrencinin başına gelebilecek belki de en kötü şeydi cevap
kâğıdında kaydırma yapmak ve bu en gözde öğrencilerinden birinin başına
gelmişti. Ücretsiz olarak bir sene daha derslere katılmasını teklif ettilerse
de, başkalarının havada atlayacağı bu teklifi geri çevirmişti Ömer Faruk.
Sonraki sene tercihi değişmiş ve yeni tercihi olan “Reklamcılık” bölümünü,
bireysel çalışmalarıyla kazanmıştı. Tanıyanlara; birilerinden, bir şeylerden
uzaklaşmaya çalıştığı intibaı vermişti bu dönüşüm.
Kendisinden başka kimsenin
bilmediği bir gerçekti aslında bunlara sebep. Sınav öncesindeki son haftaya
özel bir program hazırlamıştı dershane… Sadece bazı öğrencilerin katılabildiği,
son gün yapılan deneme sınavıyla sonlanan bir program. Bir alt seviyedeki
gurupla birlikte eğitim gören ikiz kardeşi Osman, aynı programa davet
edilmemişti meselâ.
Gerçek sınava girdiğinde, deneme
sınavında sorulan soruların neredeyse bire bir aynısıyla karşılaşan Ömer Faruk,
dönen oyunun idrakine varmıştı biranda. Başından aşağıya kaynar su dökülmesi,
deyimini bizatihi yaşamış; tüm uyarılara rağmen, inanmak istemediği,
dershanelerin bağlı olduğu camianın gerçek yüzünü görebilmişti nihayet.
Durumu hazmedememiş, hak etmediği
bir başarıyı sahiplenmek istemediğinden bilinçli kaydırma yapmıştı cevap
kâğıdında. Başkalarının hakkını gasp ederek basamak atlamak, kesinlikle
savunduğu değerlere uygun bir durum değildi. Önünde, cevap kâğıdını boş
bırakmak gibi harici bir seçenek daha duruyor olsa da, ailesine bunu izah edebilmesi imkânsıza
yakındı.
O çok sevdiği, hatta alt sınıflardaki
öğrencilere “ağabeylik” yaparak yardımcı olmaya çalıştığı yapıya karşı, müthiş
bir öfke duymaya başlamıştı o andan itibaren. Oysa bozuk düzene çeki düzen
verecek, ülkenin insanına hizmet götürecek hizmet erleri olduklarına ne kadar
inanmıştı. Ortada gerçekten bir hizmet varsa da; o hizmetin, bu ülkenin, bu
coğrafyanın insanı için yapılmadığını net bir şekilde görebiliyordu artık.
Öfkeli mizacı; başkalarının
umursamayacağı, gülüp geçeceği olaylar karşısında, bir anda çılgına
çevirebiliyordu onu. Başlarda, yaradılış gereği olduğunu düşündüğü durumunun;
isminden kaynaklandığına karar kılmıştı sonraları Cahit Zarifoğlu’nun, “Sultan”
isimli şiirini okuduğunda.
Seçkin
Bir
kimse değilim
İsmimin
baş harfleri “acz” tutuyor
Bağışlamanı
dilerim.
(Cahit
Zarifoğlu)
Tam adı, Abdurrahman Cahit
Zarifoğlu olan şairin isminin baş harfleri gerçektende “ACZ” tutuyordu. Kendi
isminin baş harfleriyse, “ÖFKE”. Kendince birkaç satır karalamıştı o da, bunu
fark ettiğinde.
Kutsal
emir gereği
“Öf”
demedim
Ne
anama
Ne
babama
Ama
“öfke” okunmuş kulağıma
Ezanla,
kamet arası
Ya
“af” ile değiştirmeni
Yahut
sabrını dilerim
İki mola daha verdikten sonra
nihayet ulaşabilmişti hedefine. En üst katta devasa bir ofisteydi. El
kamerasıyla yapılacak bir reklam filmi çekimi için davet edilmişti bulunduğu
yere. Mekân seçiminin aykırılığını sorgulamamıştı. Neden kendisinin tercih
edildiğini…
Zaten ne davet edenleri
tanıyordu, ne de çekimin içeriğinden haberdardı. Görüşme ve çekim aynı mekânda
gerçekleşecekti. Telefon görüşmesinde dile getirilen ücret yabana atılacak
cinsten değildi ve düşünmeden “evet” demesine sebep olmuştu. Bu, profesyonel
olarak yapacağı ikinci iş olacaktı. “Popüler olmanın getirisi, işte tüm
bunlar…” Diye aklından geçirdi.
Bir sene önce yayınlamış olduğu
gizli video kaydı bir anda popüler olmasına sebep olmuş, sonrasında internetin
o meşhur video kanalına yüklediği kısa film çalışmaları tıklanma rekorları
kırmıştı. Yıllardır ters giden talihi nihayet geri dönüyordu.
Beş sene evvel okulunu bitirmiş,
sonrasında yedek subay olarak askerlik görevini yerine getirmişti. O zaman
zarfından beri okuduğu bölümle ilgili bir işe girebilmek nasip olmamıştı. Bunda
sırtını döndüğü yapının etkisi olduğundan adı gibi emin olsa da, elinden bir
şey gelmiyordu. Öylesine can alıcı noktalara sızmışlardı ki, şikâyette
bulunulabilecek birimlerin başında dahi onlar vardı.
Umurunda da değildi aslında. Terk
ettiklerinin, onu geri kazanmak için yaptıkları bütün girişimleri geri
çevirmişti. Ailesine daha fazla yük olmamak için geçici işlere girip çalışsa
da, istikrar sağlayamamıştı. Umurunda olan tek şey… Tek kişi…
Dört kişiden oluşan çekirdek ailesiyle
birlikte, İstanbul içinde ayrı bir şehir haline dönüşen Başakşehir’de ikamet
ediyorlardı son birkaç senedir. Aynı ilçede, orta seviye bir marketin sahibi
olan babası, ev hanımı olan annesi ve yarım saatlik farkla ağabeyi olduğu tek
yumurta ikizi olan Osman’la birlikte. Ama çocukluğunun geçtiği, her gün ziyaret
etmekten vazgeçmediği Fatih ve çevresiydi onun gerçek mahallesi.
Bir yarış vardı ortada. Küçücük
bedenlerin, minicik elleriyle kalem tutarak hazırlanmaya başladıkları bir
yarış. Henüz sebebini dahi anlayamadıkları… Uğruna körebeden, saklambaçtan
vazgeçtikleri… Oyun ihtiyaçlarını, beyin yıkayan ışıltılı cihazlarla gidermek
zorunda kaldıkları… Ve tüm bunlar, geleceğin inşası adına yapılıyordu.
Yine “gelecek” geçmişti ama bu
sefer yerine oturmuştu sanki kelime. En azından parçalar halinde…
“Ele” her zaman düşeş, pulu kırık
olana sürekli “gele”…
Seçilmişler içinde yer alamayan,
hem kör, hem ebe…
Yeniden yazılmıştı saklambacın
kuralı; hak edenlere “sobe”, hak etmeyenler kral ve “ece”.
Böyleydi işte, yarışta hile
yapanların arzuladığı gelecek. Henüz orta öğretim aşamasındayken sızmaya
başladıkları zeki dimağların peşini bırakmıyor; üniversite sınavı da dâhil
olmak üzere, istedikleri konuma yükseltmek için illegalde olsa bütün
seçenekleri deniyorlardı. Kendilerinden olmayanlar, tercih ettikleri bölümde
okuyabilmek için kırk deveye kırk hendek atlatmak zorunda kalıyorlardı.
Yine de aradan sıyrılabilenler
çıkıyordu tüm haksız rekabete rağmen. Onlarında önü, tıpkı Ömer Faruk’ta olduğu
gibi işe girme aşamasında kesiliyordu. İnsanın eğitimini aldığı sektörde
çalışamaması hem kişi, hem de ülke için çok kötü bir durumdu aslında. Kişi
için, yıllarca sarf ettiği emeğin; ülke için, milli servetin ziyanıydı.
Soruları çalan güruh için önemsiz bir konuydu bu. Onlar, uzanabildikleri her
köşe başına kendi adamlarını yerleştirmenin telaşındaydı.
Hedeflerine varmak için her yolu
mubah görenler; insanların hayallerini, emeklerini, istikballerini çalıyordu.
Ve asıl niyetlerinin istiklallerini çalmak olduğu, 15 Temmuz 2016 akşamı
kalkıştıkları darbe girişiminde, yani yaklaşık bir sene önce ortaya çıkmıştı.
Bir vakit, içlerinden biri olmanın verdiği utançla; köprüde en ön sırada saf
tutanların arasına karışmıştı Ömer Faruk. Yine aynı günahın bedeli olsa gerek;
ne çetenin elebaşlarından birini alnından vuran adaşının, ne de oğluyla el ele
vatan savunmaya giden meslektaşının, içtiği şahadet şerbetinden
nasiplenebilmişti.
Ofise girdiğinde, içeride çalışan
üç kişi olduğunu gördü. Bir karşılama yahut selamlaşma faslı geçmedi aralarında.
Varlığını umursamadıklarına göre, içlerinden hiçbiri davet sahibi olamazdı. Bir
köşeye yığılmış kolileri açıyor, çıkardıkları malzemelerle ofisi dekore etmeye
çalışıyorlardı. Yüzlerindeki aşırı ciddi ifade ve kaslı bedenleri, şahısların
özel eğitimli asker olduğu izlenimi verdi Ömer Faruk’a. Ara sıra, yan gözle
kendisini süzdüklerinin de farkındaydı. Sonra “paranoyaklaşıyorum galiba” diye
geçirdi aklından. Sadece sırt çantasıyla çıkarken bile zorlandığı en üst kata,
o kolileri çıkarabilmek her babayiğidin harcı olamazdı. Onca yorgunluğun
ardından tebessüm edecek halleri dahi kalmamış olmalıydı çalışanların.
Saatine göz attı. Telefonda
görüştüğü şahısla, sözleştikleri buluşma vaktine daha on dakika vardı. Henüz
çalışma yapılmayan bir köşeye geçerek beklemeye başladı. Ofisin kendisi gibi
devasa olan pencereleri Büyük İstanbul Otogarına bakıyordu. Sessizce otogarı
seyre daldı. İlk defa kuşbakışı seyrettiği otogar; sekizgen yapısı, dört doruk
noktasına kondurulmuş piramitleri, kesintisiz hareketli hali ile sanki bir
ritüele ev sahipliği yapıyor gibiydi.
Sıcaktan bunalmıştı. Güneş, gün
ortası dediğimiz, en tepe noktasına varmak üzereydi. Ofisin, sadağından
fırlayan bir ok gibi yol alan ışınlarına engel siyah cam mahremiyeti olsa da,
ısı faktörünü tolere edebilecek bir yapılandırması yoktu.
Az sonra çalışanlar işlerini
bitirmiş olmalıydı ki, içlerinden birinin yapmış olduğu telefon görüşmesinin
ardından, yine çalıştıkları gibi sessizce ofisi terk ettiler. Yapmış oldukları
dekorasyona şaşkınlıkla baktı Ömer Faruk. Standart masa ve dolap gibi eşyaların
haricinde, bir çeşit düzenek kurulmuştu ofise. Düzeneği alıcı gözüyle
incelediğinde beyninde şimşekler çaktı. “Fakat nasıl olur?” Kelimeleri döküldü
dilinden. “Henüz hiçbir ortamda paylaşmadım ki!”
Altındaki basit mekanik aksamı
göze çarpan; duvara yaslanmış, yarım daire şeklinde büyükçe bir masayı
andırıyordu düzenek. Üzerinde dairesel şekilde dizilmiş şeffaf kutular
duruyordu. Yaklaştığında, taşıyıcı yüzeyin aslında tam daire olduğunu; diğer
yarının, duvardaki kesikten diğer odaya uzandığını fark etti. Tıpkı, henüz
proje aşamasında olan son kısa filmi için tasarladığı gibi.
Hemen sırt çantasından el
kamerasını çıkardı Ömer Faruk. Başta düzenek olmak üzere tüm ofisin görüntüsünü
kaydetmeye başladı. Sırtı dönük olduğu için, içeriye giren kişiyi fark
edememişti.
- Bakıyorum, erkenden çalışmaya
başlamışsınız Bay…
“Bu ses…” Diye geçirdi aklından,
arkasını dönmeden önce. Gerçekten o muydu? Kesinlikle o olmalıydı. Neden
tutuklu değildi ki? “Nasıl bir tezgâha düştüm ben?” Diye mırıldandıktan sonra;
- Ömer Faruk… Ömer Faruk
Keskiner… Ve sanırım bunu zaten biliyorsunuz Yarbay Necip.
Sözünü tamamlamasının ardından,
yüzünü muhatabına döndü. Alaycı bir dille;
- Pardon… Unutmuşum. Rütbelerini
sökmüşlerdi değil mi, sıradan vatandaş Necip?
Bakışlar birleştiğinde; iki
tarafta, diğerinin yüzüne yansıyan aynı ortamda bulunma hoşnutsuzluğunu
rahatlıkla okuyabiliyordu. Necip’inde en az kendisi kadar şaşkın olduğunu
müşahede etti Ömer Faruk. Sebebine mantıklı bir açıklama getiremeyince, en
başarılı olduğu işi, yani rol yaptığını düşündü. Sözlü sataşmalarına dozajını
artırarak devam etti;
- On altı katı, sadece kendi
ayaklarına güvenerek çıkmış olman ilginç. İhraç edilmenin dayanılmaz
hafifliğini yaşıyor olsan gerek…
Sataşmaları duymazdan geldi
Necip. An itibariyle, kördüğüm olmuş iplik çilesini, yumağa çevirmenin çilesini
yaşıyordu sanki.
- Neden burada olduğunuzu
biliyorsunuz değil mi, Ömer Bey?
Ömer Faruk’un yüzündeki alaycı
ifade, yerini ciddiyete terk etti;
- Bildiğimi sanıyordum. Ama
bilmiyormuşum.
Eski askerin yüzüne tiksinir gibi
bakarak devam etti;
- Söylesene… Bu kumpası, kendi
aklınla mı kurdun? Yoksa plan, oynatıcılarına mı ait? Allah aşkına… Gene ne
dolap çeviriyorsunuz siz?
Bir süre suskun kaldıktan sonra,
geciken cevabı beklemeden devam etti;
- Ya da en iyisi, hiçbir şey
söyleme. Ben gidiyorum.
Çantasını omzuna taktı ve ofisin
kapısına doğru yürümeye başladı. Necip;
- Ömer Bey, bir dakika!
Aldırış etmeden yürümesine devam
etti Ömer Faruk. Arkasından koşan eski asker, merdiven hizasında yakaladı onu.
- Ne halt ettiğini sanıyorsun
sen?
- Gidiyorum. Ama tabi… Eşini bile
önüne konulan katalogdan seçen biri, özgür iradeyi nereden bilsin? İpin,
kimlerin elindeyse onlara söyle. Hepinizin canı cehenneme…
Sahte dinginliğini korumayı artık
başaramayan Necip;
- Bana bak reklamcı.
Söyleyeceklerimi dinlemeden hiçbir yere gidemezsin.
Necip’in, mesleğini söylerken
kullandığı tonlamanın aşağılama amaçlı olduğunu düşündü Ömer Faruk.
- Öyle mi? Bak ve gör, nasıl gidiyorum.
Atmak üzere olduğu adımdan
vazgeçerek bir anlığına duraksadı. Gözlerini tekrar Necip’in gözlerine dikerek;
- Yaranız büyük, değil mi? Siz
ihanet içerisindekiler, vatanın kalelerini zapt etmeye çalışırken, bu aziz
vatanı savunmak için on altı yaşındaki oğluyla birlikte sokağa koşan, gözünü
kırpmadan şahadet şerbetini içen reklamcı ve onun gibi insanların açtığı
yaranız büyük…
- Hiçbir şey bilmiyorsun.
Ömer Faruk, Necip’e omzuyla
yaptığı, sözlerini umursamadığını belli eden hareketten sonra gitmek için
harekete geçti. Necip, gitmesini engellemek için elini omzuna attığında, aniden
dönen Ömer Faruk’un yumruğu suratında patladı. İsmiyle özdeşlesen öfkesi artık
tavan yapmıştı. Ama asıl sebep, zaten uzun bir zamandır bunu yapmanın hayalini
kuruyor olmasıydı. O andan itibaren sözlü kavgaları fiziki kavgaya dönüştü.
Bir çeyrek saat sonra, binanın
önüne yanaşan sivil araçtan “Siyah Giyen Adamlar” filminden fırlamış gibi duran
iki adam indi. Siyah takım elbise, siyah ayakkabı, siyah gözlük… Çevre
binaların güvenlikçileri, bina girişinin önünde toplanmıştı. Şoför kapısından
inen adam, güneş gözlüklerini çıkardıktan sonra;
- Ne oluyor burada?
- Bizde bilmiyoruz, dedi
içlerinden biri. Daha yeni geldik.
Bir diğeri arkadaşını işaret
etti;
- Ferhat Ağabey, bir kişinin
feryat ettiğini duymuş. Ben bağıran kimseyi duymadım. Ama büyük bir gürültü duydum. Galiba birisi
asansör boşluğuna düştü.
Diğer siyah elbiseli adam binaya
doğru koşarken, o sorularına devam etti;
- Ferhat hanginiz?
Güvenlikçilerden en yaşlı görüneni
bir adım öne çıktı;
- Benim.
- Bu binanın boş olması
gerekmiyor muydu Ferhat Bey?
- Öyle ama evsizin biri kendisine
mesken tutmuş olabilir, diye cevapladı bu soruyu Ferhat.
- Aranızdan kimse içeriye girmedi
mi?
Güvenlikçiler birbirlerine
baktıktan sonra olumsuz mana da başlarını salladılar.
-Hayır.
- Ya dışarıya çıkan birini gören?
Cevap yine aynıydı;
- Hayır.
- Bence ambulans çağırmalıyız,
dedi güvenlikçilerden biri.
- Gerçekten yardıma muhtaç biri
var mı bilmiyoruz, diye cevapladı siyah elbiseli adam. Önce emin olmalıyız.
İçlerinden en genç olanı, cep
telefonunu çıkardı ve arkadaşının dirseğiyle dürterek uyarmaya çalışmasına
aldırmadan;
- Ben polisi arıyorum, dedi.
Ceketinin cebinden çıkardığı
kimliği, gözüne sokmak ister gibi o güvenlikçinin yüzüne yaklaştırdı siyah
elbiseli adam;
- Buna gerek olduğunu sanmıyorum.
Binaya giren arkadaşı, ağır
adımlarla dışarıya çıktığında bakışları ona yöneldi. Hal ve hareketlerinden
durum okuması yapmaya çalışıyordu. Başını sağa sola doğru çevirerek yaptığı
olumsuzluk bildiren hareket sonrası, yerdeki bir taşı tekmeler gibi hırsla
savurdu ayağını.
- Kimse uzaklaşmasın beyler.
Birazdan hepinizin ifadesi alınacak.
Olay, ertesi günün gazetelerinde
iki cümlelik bir haber olarak yer aldı.
İnternet
fenomeni olarak tanınan Ömer Faruk Keskiner, Büyük İstanbul Otogarı yakınındaki
boş bir binanın asansör boşluğunda ölü olarak bulundu. Polis, olayın kaza yahut
intihar olduğunu düşünüyor.
Aynı gün okyanus ötesindeki, iki
kişinin arasında şu diyalog geçiyordu;
- Çocuğun öldüğü, resmi
açıklamalarla doğrulandı efendim.
- Bizimle necm-e ulaşmak yerine,
ayağa düşmeyi tercih etti. Tercihinde, ihanetinde bedeli olur.
- Haklısınız efendim.
-Ya Necip?
- Kaçmayı başarmış efendim. Polis her yerde onu arıyormuş.
- Demek kaçmış. O halde bağlantıyı
nasıl kurmuşlar?
- Çocukla Necip münakaşa ederken,
çocuğun kamerası kayıttaymış. Resmi açıklama farklı olsa da polis, çocuğu
Necip’in öldürdüğüne emin.
- Neden tartışmışlar?
- Henüz bilmiyoruz efendim. Eski
defterlerin açıldığına dair bir tahminim var sadece.
- Mıknatıs, âlâ bir etki
göstermiş demek. Ya bizim çocuklar?
- Olay yerine, erkenden siviller
gelince uzaklaşmak zorunda kalmışlar. Olayı çok gizli tutuyorlar. İçerideki
adamımız bilgi edinmeye çalışıyor. Çok yakında detayları öğreniriz efendim.
- İletişime geçerse, yapmanız
gerekeni biliyorsunuz.
- Elbette efendim.